“Bu dünyanın insanları bir mumun alevi önündeki üç pervâne gibidir.
İlk olan yaklaştı ve: “Ben aşkı biliyorum.” dedi.
İkinci olan kanatlarıyla azıcık aleve dokundu ve:
“Ben aşk ateşinin nasıl yaktığını biliyorum.” dedi.
Üçüncü olan kendisini alevin kalbine attı ve alev tarafından tüketildi.
Hakiki aşkın ne olduğunu sadece o bildi.”
Bab’Aziz, 2005
İnancı olan kişi asla kaybolmaz
Batı’nın debdebesi susup hengâmesi kesilince, açılır Doğu’nun yediveren gözü, sahranın ıssız gönlünde. Yürüyor gözleri görmeyen bir pîr-i fâni ve onun kız torunu… Çölün uçsuz bucaksız tepelerini geçerken izler bırakıp ateşîn kumlarda yürüyorlar. Arayıştır çöl, hikmet arayışı… Çöl, kendine yolculuk. Durgunluk ve eylemin helezonik döngüsü. Yürüyorlar… “Nefesini sakla.” diyor ârif olan. Doğu’nun irfânından çölün ahengine menekşeler serperek… Yürüyorlar… “Nefes de lazımdır. Nefesini sakla.”diyor dokuz- on yaşlarındaki kıza. Nereye gidiyorlar? Çölde her otuz yılda bir yapılan, yerini kimsenin bilmediği derviş buluşmasına. Yürürken “varlığın perdeyi yırtan gölgesi” düşüyor üzerine kum zerreciklerinin. Kimi okyanusları aşarak geliyor bu toplantıya kimi dağları delerek. Yolu bilmeden nasıl varacaklardı oraya? Âmâ olan mırıldanıyor:
“Yürümek yeterli, sadece yürümek… Davet edilenler yolu bulacaktır.”
Aklın rehberliğine değil kalbin hissiyatına taliptir derviş. Gözleri görmediği halde elinde asasıyla varılacak menzile kararlılıkla yürüyor… Mesafe aldıkça birileriyle kesişiyor yolları. Simurg’a ulaşmak için yedi çetin vadiyi aşarak meçhul Kafdağı’na yolculuk eden kuşlar gibi düşmüştür yola her biri. Bilge ihtiyar;
“Herkes yolunu bulmak için en değerli hediyesini kullanır, seninki sesindir.” diyor güzel sesli Zeyd’e. Yola düşen herkesin bir hikâyesi var. Küçük kız, daha başında geri dönmek istediğini söylüyor. Ve soruyor:
– Sen tek başına mı gideceksin?
–Ben yolumu bulurum.”
–Ama kaybolursun.”
diyor endişeyle. Baba Aziz’in ya da küçük kızın söyleyiş şekliyle Bab’Aziz’in cevabı, bütün dünyaya ve İslâm’ı terörle bağdaştıranlara mesaj gibidir:
“İnancı olan kişi asla kaybolmaz küçük meleğim. Barış içinde olan kişi yolunu kaybetmez.”
Yetmişini geçmiş Nacer Khemir, titiz çalıştığı filmini şöyle değerlendiriyor:
“Aşk ve çile dolu sûfi geleneği üzerine kurulu bir film olduğu gibi, aynı zamanda aşırı derecede politik göndermeleri, bilinçli eylemleri olan bir film.”
İsyândır Bab’Aziz!
Çölün kavuruculuğu, kumun fildişi sükûneti, Farsçanın gönül çelen şiirselliği… Doğu’nun ruha iksir müziği, varlık ve hareketin rüzgârı raks… Nacer Khemir’in soyut sinema dilini kullandığı, tasavvufî semboller, girift motiflerle ördüğü, düşündürücü filmi Bab’Aziz…
Holliwood’un aksiyon yüklü, gerilim üreten, itişip kakışmayı yücelten yüksek voltajlı filmlerine mukabil Bab’Aziz; kâh durağan kâh mutedil dalgalı… Efil efil sükûnet üfleyip iç huzuru demleyen…
İhtiyar derviş ve kız torununun yol hikâyesi değildir, bir tepkinin ifadesidir bu film. İsyândır Bab’Aziz! Doğu’nun Batı’ya isyânı. Küresel aklın, zehirli bir zakkum gibi sulayıp büyüttüğü, Doğulu toplumların şakağına silah gibi dayadığı İslâm algısına ve İslamofobiye başkaldırı!
11 Eylül’den sonra İslâm’ın düşen, çamura bulanan çehresini temizleme eylemi. “The terrorist” diye dünya kamuoyuna sunulan Müslüman’ı aklamak isteyen Tunuslu yönetmen Nacer Khemir, 2005 yapımı filmi için şöyle diyor:
“11 Eylül sonrası histerik dünya ve medyanın yansıttığı İslâm algısına karşı çıkan duruşla Bab’ Aziz fikrini oturttum.”
Mahmur tepelerde uğultulu çöl fırtınası dinince küçük kız İştar, üzerini büsbütün örten kum yığınını eliyle temizler ve gömülü olduğu yerden çarçabuk çıkar. Aranır telaşla: “Bab’Aziz! Bab’Aziz!” Onu bir kayanın dibinde secde edercesine bulur. Bulanmıştır kumlara ak saçlı bilgenin yüzü gözü. Küçük kız, üstünü başını toz topraktan itinayla arındırır. Yıkanır yüzü ihtiyarın, kumun zemzeminde.
Neden böyle bir metaforla başlıyor filmine, yönetmen? Khemir, filmi çekme nedenini izah ediyor:
“Bu film, bir sorudan çıktı aslında. Babanız, yanınızda yere düşse ve yüzü çamurlansa ne yaparsınız? Ben olmasam bile benim babam, tam bir Müslüman’dı ve şu sıralar onun yüzüne (dinine) çamur çalınıyor durmadan. Ben bu filmle babamın yüzünü silmeye, temizlemeye çalıştım. İslâm’ın Batı tarafından sunulan yüzünü değil, bilinmeyen, es geçilen ve unutturulan yüzünü göstermeye çalıştım.”
Filmde her fenomen bir numene, her zâhir bir bâtına işaret ediyor. İştar’ın kumları temizleyip gömüldüğü yerden çıkması bir göndermedir, Cahiliye Devrinde kız çocuklarının diri diri toprağa defnedilmesi âdetine. Filmin başında okunan Âli İmrân Sûresinin 33, 34, 35, 36. ayetlerinden sonuncusu bunun delilidir.
“Onu doğurduğu zaman: ‘Ya Râb, onu kız doğurdum.’ dedi. Oysa ne doğurduğunu Allâh daha iyi biliyordu. Hâlbuki erkek, kız gibi değildi; ben onun adını Meryem koydum ve işte onu ve soyunu taşlanmış şeytanın şerrinden sana ısmarlıyorum.”
Dede ve torunu çölde bir kuru ekmekle iktifa ediyor. İnsanın ruh yönü Bab’Aziz, beden yönü İştar’dır. İştar’ın sabırsız ve aceleci olması hem hamlığı hem de nefsi temsil ediyor. Dedesinin mola için vaat ettiği üç hurmayı hemen istemesi, yol güzergâhında rastladıkları yemek dağıtımında, herkesin önüne geçip ikrâm edilen çorbadan daha da talep etmesi nefsin ölçüsüdür.
Dünyadaki ruhlar adedince Allâh’a giden yol vardır!
Dâvûdî “Bismillâh” ile başlayan film, enfüsî Kur’ân tilaveti ile mühürlü kalplere sızıyor, berrak bir nehir gibi. Kımıldıyor kilidi paslı gönüllerin, kımıldıyor.
Filmin başında kızıl saçlı dervişin semâ edercesine, kendinden geçercesine dönüşü, geometrik desenlerle süslü tarihî kubbenin kamera hileleriyle kendi ekseninde dönüyor gibi verilişi aşkla dönüp duran gök kubbeyi ihtâr ediyor. Raks ediyor kâinat O’na şükür için. Aşktan dönmüyor mu semâdaki ve sahrâdaki tüm zerreler?
“Ey gün, yüksel! Zerreler raks etmede…”
Hüsnü hat sanatının nadide örneğiyle epigraf olarak verilen filmin ilk mesajı, seyirciyi hikmet beşiği Doğu’nun mistik atmosferine taşımıyor mu? Hâfız’ın, Sâdi-i Şirâzî’nin, Mevlânâ ve İbn Arabî’nin irfânıyla tütsülenmiş Doğu’nun…
“Dünyadaki ruhlar adedince Allah’a giden yol vardır!”
Bu felsefî girişle İslâm’ın yelpazesi açıldıkça açılıyor, İslâm’ın batınî boyutu olan tasavvufu da içine alıyor. Gazâlî’nin nazarında kesinliğe ve nihai güzelliğe ulaşmanın tek aracı tasavvufta bulunur. Filmin felsefesine göre mutlak hakikate tek yolla gidilmez. Dedesinin büyük buluşmaya gidenlerden ayrılması üzerine İştar:
-Herkes diğer yoldan gidiyor.
-Herkesin kendi gidiş yolu vardır.” diyor Bab’Aziz.
Yönetmen, sûfizmde mühim bir yere sahip müziğe de yer veren yorumla çıkarıyor İslâm’ı dünya vitrinine. Diyaloglarda geçen cümle ve şiirlerin Rûmî’den, Attâr’dan, İbn Arabî, İbn Fârid’den aldığını belirtiyor.
“Bu film, İslâm’ın gerçek yüzünü göstermek için oldukça gösterişsiz bir yaklaşımdı sadece.”
Batı’ya karşı Doğu
Bir figürdür Bab’Aziz; hem “baba”nın hem İslâm’ın hem de Doğu’nun. İnsân-ı kâmil modeli. Âmâ. Kalp gözüyle görüyor. “Sûfi, ilmini kalbinin ilâhî tecellilerle aydınlanması sonucunda kazanır.” diyor Hüseyin Nasr. İlâhî ilhâmla biliyor. İç aydınlanmayla eşyânın sırrına erişiyor.
Bab’Aziz’in selam vermesiyle canlanan insanları gördüğünde İştar korkuyor. “Baba Aziz, cinler!” diye ürperiyor. “Korkma küçük meleğim” diyor Bab’Aziz, “onlar benim dostlarım.” Dış âleme kapalı gözleri rûhânî âleme açıktır bilge ihtiyarın.
Hüseyin Nasr diyor ki:
“Gerçek hikmet sahipleri, veliler ve âriflerdir. Kâinat onlara, sembollerin diliyle konuşur ve her şey zahiri değerinin yanı sıra, sembolik bir anlama sahiptir.”
Bab’Aziz, Doğu’nun ilmiyle amel eden ârif modeli. Batı, bilgiyi güç olarak telakkî ediyor. Francis Bacon, bilginin kendisinde büyük bir kudret görüyor ve “Bilmek egemen olmaktır.” diyor. Michel Faucault “Bilgi iktidardır.” diyor. Doğu ise, -Selahaddin Halilov’un teşhisiyle- bilgiyi bellekten çıkarıp eyleme dönüştürmeyi mühimsiyor.
Azerbaycanlı filozof Halilov’un bakışıyla; Batı teorik düşünce, Doğu hikmet; Batı sistemli bilgi, Doğu bilgeliktir. Batı bilgiyi teknik ve gelişim için kullanandır, Doğu ilmiyle amel eden.
Ârifin bilgisi mârifettir, mârifet ise insânı mutlak hakikate götürür. Sadece Allâh’ı tanıyan değil nefsini de tanıyan, bilen… İlmiyle dünyayı değiştirmek yerine, kendini değiştirmek yeğdir Doğu düşüncesinde. Bu yüzden Doğulu toplumlarda ârifler yüceltilir.
Bağdatlı Rûhî’nin değindiği gibi;
“Ma’rifet olmayıcak bir kişide ey Rûhî
Câhilin başı göğe erse yine câhildir”
Filmde, Doğu irfânına eğilerek inceden inceye Batı’ya dokundurmalar yapılıyor. İlâhinin birinde “Ey ülkem, Doğu’nun harikası…” sözleri geçiyor. Bunalımlı, huzursuz, var oluş sancıları çeken, şüpheci, kaygılı ama güçlü Batı’nın karşısına Doğu’nun aczi, teslimiyetçiliği, manevi yükselişi, ilâhi aşka varışı, ölümü yeni bir başlangıç telakki edişi, sanat ve estetiği çıkarılıyor. Toynbee’nin öngörüsüyle:
“Bir uygarlık enerji ve dikkatini hayatın maddi tarafından manevi, kültürel, estetik ve ruhsal taraflarına ne kadar aktarabiliyorsa, o ölçüde gelişmiş ve canlıdır.”
Çöl İşaretleri, Kayıp Güvercin Gerdanlığı’ndan sonra Bab’Aziz’le “çöl üçlemesi”ni tamamlıyor yapımcı Khemir.
Çöl, Doğu. Çöl renk cümbüşü. Çöl raks. Çöl rûhânî derinlik. Çölde müzik ve ayin… Çölde meşakkat… Ve ruh, çölde. Teyemmümle namaz kılan, kalbini mutlak varlığa bağlamış asude bir derviş… İşte Batı’ya karşı Doğu. Maddeye karşı mânâ. Tene karşı cân. Akla karşı kalp. Nefse karşı nefsi öldürme. Alçak hislerden yüce hislere irtifa. İkbâl’in veciz ifadesiyle;
“Doğu, Hakk’ı gördü; dünyayı göremedi. Batı ise dünyayı gördü; Hakk’ı görmedi.”
Ruhunu tefekkür eden şehzâde
Ruhun tebessümüdür, sahranın zifirliğinde doğan dolunay. Işık ve zulmet… Sûretler ve gölgeler, zıtların dinamik dengesidir. Geceleyin bir derviş silueti düşüyor kumların üzerine. Ay’ın gümüşî pençesini çölün kalbine geçirdiği gecelerde hikâyeler anlatmaya başlıyor Bab’Aziz torununa. İştar, dedesine; “Sen konuşunca ben üşümüyorum.” diyor. Üşümüyor soğuğun iniltisinde torunu.
İlk hikâye ceylanın… Bab’Aziz’in sahrada rastladığı ceylanla konuşması İştar’ın dikkatini çekiyor. Seni anlıyor mu, diye soruyor. “Onunla biz önceden birbirimizi tanıyoruz.”diyor şefkatle başını okşarken ceylanın. Ve başlıyor derviş hikâyesine; “Bir varmış bir yokmuş”…
Şehzâde, çadırında gününü gün edip vaktini geçici hazlarla zevk ü safa içinde, rehavetle geçirirken bir ceylan ilişiyor gözüne ve düşüyor tereddütsüz peşine. Ceylan gidiyor, şehzâde gidiyor. Ceylan gidiyor, şehzâde gidiyor. Nihayet bir avuç suyun başında ceylan duruyor. Şehzâdeyi, varlığın hakikatini kendi cânında bulmaya götürmüştür, ceylan. Mevlânâ diyor ki:
“Âlemde ne varsa, senden dışarıda değil. Her ne ararsan, onu kendinde ara.”
O günden itibaren vaktini bir su birikintisinde kendi ruhunu seyretmekle geçiriyor şehzâde. Yemeden içmeden, konuşmadan… Gözlerinde nergis masumiyeti… Yaralı bir ahu gibi bakıyor suyun dalgın aynasına. Şehzâdeyi hiç bırakmayan derviş ve saray mabeyincisi, onun gözlerini tek bir noktaya sabitlemiş görünce aralarında konuşuyorlar:
-Sence suyun dibindeki tezâhürünü mü seyrediyor?
– Belki de gördüğü tezâhürü değildir. Yalnızca âşık olmayan kendi tezahürünü görür orada.
-Öyleyse ne görüyor?
– O şimdi kendi ruhunu seyretmede.
Hayâlî’nin işaret ettiği gibi:
“Hakk’ı biz bulduk deyü zannetmesin ashâb-ı kâl
Cûylar çün erdiler deryâya, hâmûş oldular.”
Bu hikâye, ilâhi şeylerin bilgisini elde etmek için görkemli saray hayatını, tahtını terk eden Budha’yı ve İbrahim Ethem’i hatırlatıyor.
Şehzâdenin hiç kıpırdamadan suya eğilip kendine baktığı sahne, Caravaggio’nun “Narcissus” tablosuna çağrıştırıyor. Nehirde gördüğü kendi güzelliğine hayran olan Narcissus ve yavaş yavaş hareketsiz kalıp nergise dönüşen bedeni…
Yunan mitolojisi kahramanı Narkissos, suya yansıyan görüntüsüne hayranlıkla bakmakta, şehzâde ise Hakk’ın aynasında, can yakıcı hakikatini tefekkür etmektedir. Şehzâdenin gördüğü kendi sureti değil Hakk’ın suretidir, Narkissos kendi yansımasını görmektedir. Narkissos kendine âşık olur, şehzâde ise kendi suretinde seyrettiği yaratıcının güzelliğine… Tasavvuf öğretisine göre, evrende Allâh’ın varlığından başka gerçek varlık yoktur. Varlıklar O’nu gösteren birer aynadan ibarettir. Filmin düşüncesine göre yalnızca âşık olmayan kendi tezahürünü görür. Buna göre müteal aşka yüzünü çeviren Doğu, kendinden başkasını sevmeyen Batı manzarası çıkıyor ortaya.
“Sükûta ram olup geçen zaman”ın titrek azabında şehzâde, kanatlarıyla azıcık aleve dokunmuş ve aşk ateşinin nasıl yaktığını öğrenmiştir. Maddeden geçip mânâya, kesretten vahdete seyru süluk…
Ve tefekkür, perdeleri kaldırıp onu, içinde saklı ilme ulaştırmış. Bilgi denizinden bilgeliğe varış… Kendisini hiç terk etmeyen dervişin bıraktığı giysileri giyip yola koyuluyor küpeli şehzâde.
İkinci olan kanatlarıyla azıcık aleve dokundu ve: “Ben aşk ateşinin nasıl yaktığını biliyorum.” dedi.
Cânınla süpür cânânının eşiğini
Fuzûlî’ye sormuşlar âşık kimdir, diye. “Cânını cânânına hediye edendir.” demiş.
Doğu şiirinde pervâne adlı küçük kelebek, muma âşıktır. Mum, yanarak ışık veriyor, pervâne ışığına vurgun olduğu şem’in çevresinde bıkmaksızın dönüp duruyor. Işığın etrafında döne döne kendini şem’in alevlerine bırakıyor. Bu, yakıcı bir kavuşmadır. Âşığın maşûkunda eriyip yok olması. Ölmeden önce ölmek bu mudur? Ve yokluk sırrına ermek bu mu?
“Aşkın hikâyesini, durmaksızın feryâd eden bülbüle değil. Sessiz sedasız cân veren pervânelere sor.”
diyor Mevlânâ. Filmin başında, dönen kubbenin altında elinde süpürgesiyle semâ eden kızıl saçlı derviş, meczûptur. Nasıl da aşkından çöllere düşen Mecnûn’u hatırlatıyor. Pervâneyi mi temsil ediyor kızıl saçlı derviş, aşkın bir varlık için cânından vazgeçen, sessiz sedasız can veren pervâneyi? Bu yüzden kızıldır rengi belki de.
“Cânınla süpür cânânının eşiğini, ancak o zaman gerçek âşık olursun.”
Raks ederken kendinden geçen kızıl saçlı derviş öz benliğini, parlayıp tutuşan ateşin narına atmış ve alev tarafından tüketilmiştir. Sevgilinin varlığında eriyip en üst makama ulaşmış; fenâfillâh’a.
Derviş, elinde süpürge, durmaksızın filmin leitmotifini yineliyor: “Cânınla süpür cânânının eşiğini, ancak o zaman gerçek âşık olursun.”
“Hakiki aşkın ne olduğunu sadece o bildi.”
Ruh gerçeği bendedir
Dede ve torunu uğrak yerlerinden birinde görkemli bir ayine katılıyorlar. Nakışlı ahşap kapıdan girdiklerinde duvarları ser levhalarla kaplı, tavanı dev çarkıfelek hatla bezeli, semâzenlerin ezgiler, şiirler eşliğinde döndüğü büyülü bir dünyanın karşısında buluyor kendini İştar. Öyle bir dünya ki hayrete düşüyor küçük kız. Cezbeye tutulmuş ve müzikle sema eden dervişler; ilahi söyleyen, örtüsünü yalnız masumiyetin, merakın ve aşkın timsali İştar’ın açmasına müsaade edilen gizemli kadınlar; Doğu’nun sanatını, estetiğini, kültürünü, idealini ve ruhunu estiriyor. Necip Fazıl’ın mısralarıyla:
“Doğu der ki Batı’ya, güneşi fethetsen de,
Ruh gerçeği bendedir, madde yalanı sende.”
Şark’ın büyülü bir pınar gibi susayanı sanatın göklerine çıkaran, bir masaldan belki bir rüyadan kopup da gelmiş, sahranın kalbine kurulmuş mercan saraylar, billur köşkler, mavi çinili medreseler ve masmavi köşegen havuzları… Debdebesini geleneksel motiflerden alan otağlar… Çift kanatlı, tokmaklı dev kapılar… Oymalı tavanların altında yakılan tütsüler ve buhurdanların üzerinden atlayan renk renk giysili, elleri kınalı, nakışlı Şark kızları; harikulade bir Doğu masalı çiziyor.
Hikâyeler, bir rüyâ ile hayâl arasında hayâl ile hakikat arasında gelişiyor.
Kendini O’nun nehrine bırakmalısın
Bab’Aziz’in anlattığı ikinci hikâye; aile geleneği olan kum taşıyıcılığı zanâatını terk edip hiç kum görmeyeceği bir ülkeye gitmek isteyen Osman’ın hikâyesidir. Osman, nefsanî istek ve arzuları ifade ediyor.
Meyhanenin duvarını süsleyen, İsmail’in kurban edilişi ve koçun indirilişini resmeden fresk, Şarkın eşsiz esintisini getiriyor filme. Nefsini kurban et ki ruhun dirilsin, mesajı saklıdır tasvirde.
En iyi müşterisi olan kâtibin mektubunu, onun yasak aşkına ulaştırdıktan sonra kaçarken bir kuyuya düşüyor Osman, uyandığında kendini bir sarayda buluyor ve başucunda gördüğü Zehra’ya âşık oluyor.
Osman da arayışı simgeliyor. Sarayı bırakıp çölde yanan palmiyenin peşine düşünce geri döndüğünde ne saray vardır ne de Zehra. Ve başlıyor yana yakıla aramaya kâh sarayı kâh Zehra’yı… Büyük buluşmaya giden bir derviş, onu aşkın olan muhabbete davet ediyor:
“Evladım, bir damla suyla oyalanacağına,
Kendini O’nun nehrine bırakmalısın.”
Gerçek aşkı o hiç bilemedi.
Ne zaman izleyeceğim, ruhumun arzusunu?
Doğu’nun tahkiye geleneğini, dinleme erdemi tamamlıyor. Khemir, çocukken dinlediği Binbir Gece Masalları’nın efsunuyla tütsülenmiştir.
Bab’Aziz’in isteğiyle Zeyd, hasta düşüp ateşler içinde yanan İştar’ı oyalamak için çöl akşamında kendi hikâyesini anlatıyor:
İlâhi söyleme dalında büyük ödülü kazanan Zeyd, muhabbet meclisine davet edilmiştir. Mecliste şiirlerini dinleyen Nur’a gönlünü kaptırıyor. “Ne zaman izleyeceğim, ruhumun arzusunu?” Ve herkes ayrılınca onunla baş başa geçiriyor geceyi. Nur, kaybettiği babasını bulmak için kedisini bırakıp sabahleyin erkenden ayrılıyor. Zeyd, Nur’u bulmak için düşüyor yollara. Her gittiği yere soruyor onu.
Zeyd de Osman gibi bir fâniye bağlamıştır ruhunu. Dünya çölünde herkes gibi o da ruhunun arzusunu arıyor. İştar, yoldaşları olan Nur’un kedisi için “Ama o bir derviş değil ki…” demesi üzerine Bab’Aziz, mesajını iletiyor Zeyd’e.
“Kimbilir… Bu büyük dünyada herkesin tamamlaması gereken bir görevi vardır. Bunu unutmadığın sürece, diğerleri çok da önemli değildir. Ama eğer bundan başka her şeyi hatırlıyorsan, hiçbir şey bilmiyorsun demektir.”
Gerçek aşkı o da hiç bilemedi.
Ben onun dileğini yerine getirdim
Hasan ile Hüseyin, ikiz kardeş. Bir aynanın iki yüzü gibi zıt. Meyhaneyi mesken tutup camiden içeri adımını atmayan Hasan, camiyi mesken tutup meyhanenin eşiğini geçmeyen Hüseyin… Ruh ve beden sanki. Birbirinden kayıtsız ama aynı neşenin sevinci. Biri olmadan diğeri noksan kalıyor.
“Zaman neşelidir.
İkimiz bir araya gelince. Sen ve ben
İki ayrı suretiz
Fakat tek bir can.”
Ve biri öldürülüyor! Hüseyin’i görünce “Cânınla süpür cânânının eşiğini …” diye diye caminin avlusunu süpüren kızıl saçlı derviş tarafından… Hasan çöllere düşüyor, dervişi aramaya. Hüseyin’in intikamını alacaktır. Ayakları şişene, yürüyemez hale gelene kadar bir arayış… Yolda karşılaştığı “Seni kurtarmam için beni Allâh gönderdi.” diyen motosikletli bir yolcu tarafından önce kurtarılıyor sonra soyulup çöle bırakılıyor. Çıplak haliyle sıcaktan bayılana dek çölde dolaşken, kızıl saçlı derviş tarafından bulunuyor. Hüseyin’in ölüm şekli, ölmeden önce ölümü mü ifade ediyor?
-Sen benim canımdan öte kardeşimi öldürdün.
-Ben onun dileğini yerine getirdim.”
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin oğulları Zâkir ile Şâkir’in sergüzeştini anımsatan bu hikâyede Hasan’ın yolculuğu asıl bundan sonra başlıyor.
İlk olan yaklaştı ve: “Ben aşkı biliyorum.” dedi.
Ölüm nasıl başlangıcı olmayan bir şeyin sonu olur?
Bab’Aziz, büyük buluşmaya az kala yollarını ayırıyor onlardan. “Benim için artık vakit geldi kızım, kaybettiğimi bulmaya gideceğim. İşte buluşma orda İştar. Haydi, Zeyd’le git.” diyor.
Kabrini bulmuştur Bab’Aziz, kavuşma yerini. Mevlânâ gibi “şeb-i arus”la vuslata erecektir. Hasan’ı çağırıyor. Kardeşinin aksine Şâkir gibi neredeyse zamanının tümünü meyhanede geçiren Hasan’ı… Düğün gecesinde kendisini izlemesini istiyor ve ardından üstünü toprakla örtmesini…
-Hasan, ben de seni bekliyordum.
-Beni mi bekliyordun?
-Evet seni. Gelip ölümüme şahit olman için.
-Neden ben? Ölümden öyle korkuyorum ki.
-Biliyorum. Anne rahminin karanlığındaki bebeğe: “Dışarıda aydınlık bir dünya var, deseler; yüce dağları ve dalgalanan ovaları, çiçek açan güzelim bahçeleri, çağlayan ırmakları, yıldızlarla dolu gök kubbesi ve parıldayan güneşi olan bir dünya… Tüm bu güzellikleri bildiğin halde, karanlıkta kapalı kalmaya devam edersen… Doğmamış çocuk, tüm bu harikalardan bihaber olduğu gibi duysa da hiçbirine inanmaz. Aynı bizim ölümü şimdiden anlayamadığımız gibi yani. İşte bu yüzden korkarız, gitmeyi istemeyiz, ne olacağını bilmeyiz. Ama günü gelince hepimiz gideceğiz.
Batı mutlu olmak için ölümden kaçıyor, ölümü yok sayıyor. Doğu, dünyayı dayanılmaz sürgün yeri, ölümü ise kavuşma günü telaki ediyor. Hasan:
– Ama ölüm aydınlık olamaz. Çünkü o her şeyin sonu.
– Ölüm nasıl olur da başlangıcı olmayan bir şeyin sonu olur? Hasan güzel oğlum, düğün gecemde kederli olma. Hadi üzme beni.
– Düğün gecen mi?
– Evet, ben nihayet ebediyetle evleniyorum.
Giysileri çalınan Hasan’a aslında yeni bir yol açılmıştır. Bab’Aziz’in geride bıraktığı kıyafetleri çıplak bedenine giyer ve onun miras bıraktığı asasıyla asıl yolculuğuna başlar. Tıpkı bir zamanlar şehzadeliği bırakıp dervişin elbiselerine bürünen ve arayışına koyulan Bab’Aziz gibi. Bâyezid-i Bistâmî’nin dediği gibi:
“Aramakla bulunmaz lâkin bulanlar hep arayanlardır.”
Senarist, yapımcı ve yönetmen Nacer Khemir’e; üç boyutlu yönü, mânâ derinliği ve mecâzî anlatımı olan filmin yapım sürecini soruyorlar:
“Bu filmi 1992 yılında yazdım ama yapımı için gereken parayı 2003 yılında bulabildim. Yani bu filmi yapabilmek için ihtiyaç olan parayı bulmam on yıldan fazla sürdü. Bu para bulma sürecinde anladım ki, Avrupalıların benden beklediği filmleri yaparak kariyer yapamayacağım ben. Yani biliyordum ki, eğer ben bu filmi yaparsam kariyerime bir son vermiş olacağım. Avrupa’da beni film endüstrisinin dışına atacaklar. Söylediklerimi delillendirmem gerekirse; Avrupa’da en küçük festival bile filmimi kabul etmedi. Ama bu kültüre dair sevdiğim her şeye sahip olabilmek adına ben bu filmi yapmalıydım.”
İştar ile yol arkadaşı güzel sesli Zeyd, nihayet tüm dünyadaki dervişlerin mahşerî buluşma yerine ulaşıyor. Öyle bir cümbüş ki bedenler müziğin coşkusuyla raks ediyor, ruhlar taşarak vecde geliyor.
“kulağına fısıldayacağım
rakslarının onları götürdüğü yeri”
Leyla YILDIZ