PANELİSTLER: Prof Dr. Mehmet Mehdi ERGÜZEL/ Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER
Takdim: Yakup Bilgin KOÇAL (Yalova belediye başkanı ) Yaklaşık iki yüz yıldır bir problemi sloganlaştırdık. Mehmet Akif: “Asrın idrakine söyletmeliyiz islamı” dedi. Bazen siyasetçilerimiz: “Bir elinde Kur’an bir elinde bilgisayar.” dedi; ama iki yüz yıldır o çözümü, o sentezi oluşturamadık. Hala bocalıyoruz, hala nasıl bir çıkış yolu oluşması gerekli diye tartışıyoruz. Bu, tabiidir ki günlük siyasete bırakılacak kadar ufak ve basit bir konu değil. Bu muhakkak özellikle entelektüellerin ve toplumun geleceğini kendine dert edinen aydınların, insanların meselesi olması gerekiyor. Peki Kutadgu Bilig’in bu anlamda ne önemi var? Kutadgu Bilig de, aynı bugün iki yüz yıldır yaşadığımız bu çelişkili ve geleceğe yönelik öngörülerimizi bir gerçek zemine oturtamadığımız süreç gibi, benzer bir süreçte yazılmış bir eser. Yani Türk tarihindeki yeni bir kültüre, yeni bir medeniyete geçiş sürecinde yazılmış. Yanılmıyorsam bin yetmişler civarında yazılmış bir kitap, Anadolu’ya girdiğimiz tarihe çok denk gelen bir kitap. Ama biliyorsunuz biz İslam’a ondan iki yüz sene evvel dâhil olmuşuz. O zaman da demek ki benzer problemler, benzer çözümlemeler üretilme ihtiyacı duyulmuş. İşte bu kitap gerçekten bir sonuca baktığımız zaman, bizi farklı bir kültürden yeni bir İslam kültürüne girerken bu problemleri çözmüşüz ki sonunda güçlü Türk toplumları çıkmış ortaya. Kutadgu Bilig’de o problemi çözerken nasıl bir yaklaşım ortaya çıkmış, o günün aydınları o günün entelektüelleri nasıl problemleri çözmüş, nasıl yeni fikirler ortaya koymuşlar; bir anlamda bunun derlemesi gibi. Rahmetli Reşit Rahmeti ARAT bir felsefe kitabı diyor. Bir hayat felsefesi. O günkü insanlarımızın yeni medeniyete girerken ürettikleri bir anlayışın, bir hayat felsefesinin kitabıdır. Ve tabi ki 11. asırdan sonra bugünlere gelene kadar bütün devlet büyüklerimiz de çok büyük istifade etmiş bundan. Biliyorsunuz geçmişte imparatorlukta şairler yazarlar ya methiye düzerlermiş ya da eleştiriler yaparlarmış. Ama bu çok farklı bir kitap. Tamamen bir hayat felsefesini anlatan; o günkü hayat ışığı, dünya görüşünün nasıl çözümlendiğini, o günün aydınlarının görüşlerini de aktararak kendi düşüncesiyle bütünleştirerek yazdıkları çok ciddi, çok kalıcı, çok ta önemli bir eser ortaya koymuştur. Yeni bir hayata geçerek bilginin, anlayışın, erdemin nasıl bulunması gerektiğini, onun nasıl hayata yansıtılması gerektiğini ve yeni bir kültür camiası oluşurken de bunun nasıl pratiğe yansıtılması gerektiği hakkında ipucu veriyor bizlere. Peki o gün yazılanlar bugün bizim için ne anlam ifade ediyor? Tabi ki birebir kopyalayacağımız, “tamam bulduk doğruları” diyeceğimiz bir şey değil. Çünkü aradan on asır geçmiş ama orada ipuçları var. Bir metod bir yöntem var. Yani bizim Türk milleti olarak genlerimize işlemiş birtakım değiştirmemiz mümkün olmayan, öncelikli değer ve hasretlerimizi, karşılaşılan yeni bir medeniyetle nasıl dönüştürdüğümüzün metodunu yakalama şansımız var. Bugün de işte sözümün başında söylediğim gibi hep sloganlarda kaldığına inandığım o, asrın idrakine söyletmek veya bir elinde Kur’an bir elinde bilgisayarla aslında çözümün başlığını veren; ama içini doldurma şansını çok bulamadığımız yeni bir metodun, yani Sait Hocamın deyişiyle “kültürün güncellenmesi” dediğimiz arayışın metodunu bize verebilir şüphesiz. Bunun için önemsiyorum. Tabi ki bu milletin en başta Kur’an-ı Kerim olmak kaydıyla rehber ilan edebileceği çok asil, çok öncelikli kitapları var. Ama bu farklı bir şey. Bu biraz daha insanın hem yaratılıştan hem de sahip olduğu kültürel normların, kültürel kodların insan yaradılışına uygun biçimde nasıl dönüştüğünün bir tecrübe aktarımı olarak önümüzde durmasıdır. Başkasının değil, bizim milletimizin yaşanmış bir tecrübesidir. Şimdi hocalarımız, inanıyorum ki, bize bir takım ufuklar açacaklardır. Bizlere neyi nasıl arayacağımızı gösterecekler. Eminim ki faydalı olacaktır. Bu düşünce çerçevesinde yansıttığımız Hoca Ahmet Yesevi’den bugünlere kadar Türk düşüncesinin bir başı veya sonu değildir. Bunu muhakkak devam ettireceğiz. Bu sohbetlerle insanımızı belki bugün Türk milletinin en önemli ihtiyacı olan arayışına cevap bulma ihtiyacı söz konusu olabilir; ama önce temeli, zemini bulmalıyız. Nereden yakalayacağız da ipuçlarını; bu dönüşümü, bu güncellemeyi nasıl yapacağız. İşte ben bu perspektifle bu heyecanla bu sohbete geldim. İnşallah beklediğimiz ve umduğumuz bir geleceğin başlangıcını oluşturmasında ciddi katkılar sağlar, diye düşünüyorum. Hocalarımıza çok teşekkür ediyorum çünkü onların açacağı ufuk bize bir zemin oluşturacak. Kendilerine, zahmetlerinden, katkılarından dolayı teşekkür ediyorum. Hepiniz açısından verimli olmasını da temenni ederek saygılarımı sunuyorum. Prof Dr. Mehmet Mehdi Ergüzel Sakarya Üniversitesi Türk Dili Bölüm Başkanı Sayın başkan, değerli yöneticiler, muhterem hanımefendiler, beyefendiler ve gönlümüzün ışığı sevgili gençler hepinizi saygı ve sevgiyle selamlıyorum. Yalova, ümit ediyorum ki yarınki Türkiye’nin bu manada bir öncüsü olacaktır. Çünkü kültür meselelerine aşina ve bunun heyecanını derinden duyan Yakup KOÇAL beyefendinin hassasiyetinde az insan yetişiyor. Ümit ediyoruz ki bu kültürel meselelere olan heves ve heyecan artacaktır. Ben daha ziyade meselenin erbabı olması bakımından Sait Bey kardeşime sözü bırakacağım. Ancak Kutadgu Bilig üzerinde bazı kısa tespitlerimi sunmak istiyorum. Kutadgu Bilig Balasagunlu Yusuf’un, bin yıl önce doğan Yusuf Has Hacib’in günümüze ışıklar salan muhteşem bir eseri. Onda semboller etrafında dünkü Türk cemiyetinden yarına doğru milli hayat felsefemizin hikmet temelli bir fikir ve inanç zemini vardır ve bizim hayatımız onun üzerinde yapılanırsa mazideki ihtişamı istikbalde tekrar yakalayabiliriz diye düşünüyorum. Osmanlının kuruluş coğrafyası üzerinde oturuyoruz. Osmanlı kuruluşunu müteakip 150. yılda cihan devleti oldu. Dileyelim, dua edelim ki Cumhuriyet te 2070’lere Malazgirt’in bininci yılına doğru yine bir cihan devleti olsun, insanlığa huzur getiren adalet dağıtan koruyucu hâkimiyet idealine doğru yükselsin. Said Bey’le biraz evvel sohbet ederken şu ok ve yay meselesi nedir demiştim. Ve bana bütün ısrarlarla hatırlayamadığım bir şarkıyı sundu. Diyor ki Dertli bu mısralarda: “Ok gibi hûblar beni yaydan yabana attılar, Bilmediler kadrimi ucuz pahaya sattılar.” ve devam ediyor… Said Bey’le bu Kutadgu Bilig zemini üzerinde yaptığımız sohbetlerde beni başlangıçta ikna edemediğini düşündüğüm, ok ve yay’dan da ne ola ki, zannına kapıldığım fakat eserle ilgili yazıları makaleleri inceledikçe rahmetli Kafesoğlu Hoca’nın ve Sait Bey’in de tebliğini yeniden düşündükçe anladım ki bu ok ve yay, Dertli’nin şarkısına girecek kadar derin bir meseledir. Bilemiyorum kendisi devletimizin temel felsefesi olan adaletle mi konuya girecektir, yoksa bu ok ve yay meselesiyle mi başlayacaktır, söz sahibinindir. Arz ediyorum.
Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER Sakarya Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi:
Değerli başkanımız Yakup KOÇAL Beyefendi ve dostlarımızı, misafirlerimizi muhabbet ve hürmetle selamlıyorum. Sevgili Mehdi ERGÜZEL hocam her zamanki zarafeti, kibarlığı, mahviyetiyle topu bana attı. Bu konunun anlaşılması, Türk toplumu açısından hayatî bir değer taşıyor. Dilim döndüğü, aklım erdiği kadarıyla arz etmeye çalışacağım. İster ok ve yaydan girelim, ister adaletten girelim, ister doğrudan doğruya Kutadgu Bilig’in kendi adından girelim… Nerden girersek girelim varacağımız yer aynı: Bir hikmet geleneğine ulaşıyoruz. Bu hikmet geleneği Doğu’nun da Batı’nın da saklamaya çalıştığı, ısrarla görmemezlikten geldiği bize has bir hikmet geleneğidir. Doğu dünyası da Batı dünyası da bu geleneğe yüzyıllardan beri büyük bir direnç gösteriyor. Özellikle aristokrat zümre itibariyle bu direnç devam ediyor.
Neden devam ediyor?
Bu hikmet geleneği, diğer toplumlar gibi, Türk toplumunda yaşanan hayat tecrübesinden bağımsız teşekkül etmiş bir gelenek değil. Bizim kültürümüzün nüvesinin teşekkül ettiği çağda, yaşadığı bir tarz var. Bu tarz, daha ziyade yayla kışla hayatına dayalı ve at yetiştirme esası üzerine oturuyor. At figürü bugün üzerinde yeterince düşünülmüş, konuşulmuş bir figür değil. Bir hamaset konusu hiç değil. Türk ile at birbirinden ayrılmayan iki eleman. Hayat at üzerinde geçiyor. VII.YYda Göktürkler’e Bizans’tan elçi olarak giden Menandros diye bir zatın notları var. O notlarda diyor ki: “Bir Göktürk, atından indimi yürümeyi beceremez. Seke seke gider, veya yuvarlanır zannedersiniz. Çünkü bunların tabanları naziktir, yürümeye uygun değildir. Bunlar birbirlerine ziyarete gittikleri zaman bile çadırın önünde bağlı olan atın üzerine binip konuşuyorlar, içeriye girip oturup konuşmak yerine at üzerinde konuşuyorlar.” diyor. Bu bir hayat tarzı. Bütün hayatı at üzerinde geçen bir toplum. At sürülerinden bahseden Çin kaynakları bu sürülerin yüz bin-yüz elli binlik sürüler olduğunu haber veriyorlar. Böyle bir sürü, bütün bir Yalova sınırları içinde ancak beslenebilir. Böyle bir sürü ancak Sakarya gibi bir nehirde sulanır veya Sapanca gölü gibi su kaynağı lazımdır. Eğer çevrede birkaç tane sürü varsa, bu sürüleri sevk ve idare etmeleri, sırayla sulamaları başlı başına bir problemdir. Bu atları yetiştirmeleri, yavrulatmaları, sütlerini sağmaları başlı başına problemdir. Tarihten bize bilgi sunan bir başka zat da Priskos’dur. Priskos, Atilla zamanında Hun karargahına giden Bizans elçisi. O: “Hunlar atları renklerine göre terbiye ediyorlar. Muharebe taktiklerini atlara öğretiyorlar. Geri çekilme, sağdan sar, soldan sar, şu süratle yürü, bu süratle yürü, hücum et… gibi her bir hale uygun borular var ve renklere göre bu sürüler terbiye ediliyor.” diyor. Benzer bir bilgi Çin kaynaklarında kadim Hun Devleti dönemine ait olarak da biliniyor. Savaş taktiklerini atlar yürütüyor, üzerindeki süvari sadece muharebe yapıyor. Tabii, yüz binlerle hesap edilebilecek sürülerin sevk ve idaresi üç beş kişiyle olmaz. Bu toplumun tamamı, bütün boy halkı, sürülerin peşinde hayat geçiriyorlar. Sürünün peşinden giderken de bir koordinasyon şarttır. Koordinasyon olmadan bu kadar sürünün sevk ve idaresinin gerçekleşmesi mümkün değil. O zaman bir liderlik kurumuna ihtiyaç duyulur. Her boyun kendi içinde bir lideri var ve o lidere gönüllü bir hiyerarşi ile itaat şart. Muvaffakiyetin başka imkanı yok. At üzerinde oldukları için bunların bir zindan kültürleri yok. Sınıflı olamıyor, bir köleci toplum haline gelemiyorlar. Hayat tarzı izin vermiyor. Sınıfsız; ama hiyerarşik, bir liderlik etrafında örgütlenen toplum modeli gelişiyor. Bütün yerli ve yabancı tarihçilerin aşağı yukarı üzerinde hemfikir oldukları bir konu vardır ki bu liderlik kurumu zamanla devlet denilen yapının, müessesenin, çekirdeği oluyor. “Devlet bozkırda doğmuştur” derler.
Buna mukabil çevre kültürlerini incelediğimiz vakit, bunların büyük bir kısmı tarım toplumudur, bir kısmı ticaret toplumudur, az bir kısmı denizcidir, bir kısmı avcıdır. Atlı toplum dışındaki sosyo-ekonomik modellerde sınıflı yapılar teşekkül ediyor. Sınıflı yapılarda ise eli silah tutanlar ve aristokrasi, üst sınıfı meydana getiriyor. Zamanla bunların varlığını meşrulaştıran bir “ruhban sınıfı” oluşuyor. Hemen hemen her dinin bu anlamda bir ruhban sınıfı var. Hulasa köleci, sınıflı bir sosyal yapı!..
Köleci yapıya uygun bir dil, köleci yapıya uygun bir yönetim biçimi, bir hukuk teşekkül ediyor. Çin de sınıflıdır, Hint de sınıflıdır, Arap da sınıflıdır, Slav da sınıflıdır, Avrupa toplumları da sınıflı toplumlardır.
Dolayısıyla doğunun da batının da görmek istememesinin sebebi, sınıfsız bir toplum olarak bu atlı grupların, kendi aralarında sınıflaşmaya izin vermeyen tarzın yarattığı bir adalet kavramı geliştirmeye muvaffak olmalarıdır. Atlı toplumlarda adalet son derece önem kazanıyor. Hukuk yönünden insanlar arasında denklik var ve herkes bu denkliği talep ediyor.
İşte Kutadgu Bilig’de Töre’yi temsil eden Hakan (Küntogdı) bir yerde der ki;
“Memleketimin uzak bir sınırından giren bir yabancı her kim olursa olsun, -bu köle de olur, kadın da olur, erkek de olur, yaşlı da olur, genç de olur- bir yabancı ile benim oğlum arasında adalet önünde, Töre önünde farkı yoktur.”
Hâlbuki sınıflı toplumlarda her sınıf kendi içinde bir hukuka tâbîdir. Dolayısıyla sınıflı toplumda adalet kavramı gerçek anlamda “temel bir ilke” haline gelememiş. Türk toplumu ise at üzerinde ve son derece hareketli. Bu at sürüleri için geniş araziler gerekiyor. Bunlara ve ilişkili olduğu toplumlara baktığımızda; Slavlar’la ilişkisi var, yani Ruslar’ın atalarıyla, Araplar’la var, Rum’la var, Roma’yla var, Avrupa’yla var. Tamamını biliyor ve tanıyorlar. Âdil Türkler’in varlığı, aynı zamanda sınıflı yapılardaki çoğunluk olan alt sınıflara bir ümit ışığı oluyor. Adalet arayışı için bir fırsat, bir imkân yaratıyor. Türkler’in adaleti temsil eden bu yapıları dolayısıyla Doğu da Batı da, üst sınıflar açısından Türk’ü görmek istemiyor. Örtüyor. Çünkü kölelere “kötü örnek” oluyorlar. Bunun çok ilginç örnekleri var. Örneklere girecek olursak söz bitmez ve asıl söyleyeceğimiz konulara da sıra gelmez diye örneğe girmeyeceğim.
Bu yapı aynı zamanda bir inanç sistemiyle de himaye edilmiştir, devamı teminat altına alınmıştır. O inanç sisteminin teşekkül süreci üzerinde de durmayacağım. Ama o inanç sistemine baktığımız vakit tek Tanrılı bir sistem olduğunu görüyoruz.
Tek Tanrı var. Kök Tengri diyorlar. Bu Kök Tanrı’nın sıfatları üzerine eğildiğimizde, niteliklerine baktığımızda, aşağı yukarı İslamiyet’teki Esmaü’l Hüsna ile örtüşen bir yapı görüyoruz. Bunların isimleri de belli. Diyelim ki; İslam’da Allah’ın Kıdem sıfatı varsa Kök Tanrı’da da Bayat sıfatı var. Beka sıfatı varsa burada da Mengü sıfatı var. Burada Rezzak varsa, burada İgidgen var. Burada rahmet(rahim olma) varsa, burada da Bagırsak diye bir tabir var… Bunu çoğaltabiliyoruz. Aşağı yukarı büyük ölçüde örtüşen bir liste var. Kainatın yaratıcısı ve tek hâkimi. Ama bu öyle bir Tanrı fikri ki; varlıktan da ayrı ve gayrı değil. Varlıkla da organik temâsı olan bir Tanrı düşüncesi. Yani gökyüzünde soyut bir Zeus değil bu Tanrı!.. Pekala, bütün hayatiyet alametlerini taşıyan, her bir alanda tecelli eden bir Tanrı. Ağaçta da tecelli ediyor, suda da, dağda da… “Tanrı Dağları” diyor mesela. İnsanlarda hasseten tecelli ediyor. Buna “Kut” deniliyor. Hani bugün bayramınız “kutlu” olsun diye tebriklerde kullandığımız bir kelime var ya, o söz bu “kut” kökünden gelir. Kut, Tanrı’nın insanda ortaya çıkan tecellisi demek. Yani bu Tanrı, bütün varlığa ilişiktir. Ve bu Tanrı fikri dolayısıyla, bu merkezi kudrete tüm hayatı boyunca yer verişleri dolayısıyla, şöyle bir perspektifi kullanmak mecburiyet haline geliyor. Bu kadar kudretli bir Tanrı fikri varsa, bu Tanrı fikrinin merkezinde yer aldığı bir “sistem” de olmalıdır. Bir hikmet anlayışı da olmalıdır, suali veya meselesi ile karşı karşıya kalıyoruz.?
****
Nedir bu sistem? Şimdi bu sistemin ne olduğunu öncelikle Kutadgu Bilig’e soralım, dediğimiz vakit birkaç cümle ile Kutadgu Bilig’in içeriği hakkında bilgi vermek zarureti doğar. Ondan sonra konuya geri dönelim.
Kutadgu Bilig 1069-70 yılında yazılmış bir eser. Teorik bir ütopya değil, konunun tüm uzmanlarının ortak kanaati bu. Yani hiç uygulanmamış, bir kişinin şahsî tahayyülü değil. Uygulanan bir sistemin yazıya geçirilmiş hali. Konuyla uğraşan uzmanların ortak kanaati budur. Reşit Rahmeti ARAT da, İbrahim KAFESOĞLU da diğer araştırmacılar da aynı şeyi söylüyorlar. Benim kanaatim de budur.
***
Kutadgu Bilig’de dört temel kavram var. Bunlardan birincisi “Töre” kavramı ve hakan kimliği ile canlandırılıyor. Bir soyut kavram teşhis ediliyor, şahıslandırılıyor, kişilik veriliyor ve hakan rolüyle karşımıza çıkıyor. Buna Küntogdu diyor. Doğmuş güneş anlamında. Töre’yi de güneşe benzetiyor metinde. İkinci kavram “kut” kavramıdır. Bu kavram da gene kişileştiriliyor ve hakanın yardımcısı başvezir rolüyle görevlendiriliyor. Kut’un eserdeki müşahhas halinin adını söylemeyi unuttum. Kut da Aytoldı’dır. Dolunay!.. Güneş Töre’yi, ay Kut’u temsil eder. Üçüncü kavram “akıl” kavramıdır. Bu da kişileştiriliyor. Bu yönüyle de çok orijinaldir. Soyut kavramları kişileştirerek belli görevler yüklenmiş birer kahramana dönüştürülmesi yönüyle de orijinaldir Kutadgu Bilig. (Bir de 19. Yüzyıl büyük şairlerimizden Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında benzer bir hal görürüz. Orda da özellikle aşk ve güzellik iki şahsiyet haline getiriliyor. O da fevkalade ciddi üzerinde durulması gereken bir eserimizdir. Ama bu yönüyle pek ele alındığını düşünmüyorum.) Üçüncü kahraman akıldır dedim, buna da Ögdilmiş adı veriliyor. Ög kökünden türetilen bir ad veriliyor. Bugün “öğrenmek” fiili oradan gelir. “Öğüt” dediğimiz, “öğrenci” dediğimiz kelimeler oradan gelir. Ög, akıl demektir Türkçede. Aynı zamanda “öksüz” de aynı kökten türer ve anne demektir. Anne kavramından soyutlanarak akıl yapılmış. Yusuf Has Hacib de bu kelimeyi tekrar kişileştirip vezir rolüyle Kutadgu Bilig’in 3. kahramanı olarak kullanmış. Dördüncü kahraman “irfan” kavramıdır. Hikmet kavramıdır. Eserde akıbet olarak geçiyor, adını da Odgurmuş koyuyor. Od ateş demek. Odgurmuş bir tarafıyla yanmış, bir tarafıyla uyanmış demektir. Türkçe’de yanmak ile uyanmak kelimeleri aynı kökten geliyor. Yanmadan uyanmak yok!.. Önce yanacaksınız.
…
Şimdi, bu dört kahraman üzerinden sistemini kuruyor. Bunları tanıtırken diğer taraftan da bilgiler veriyor Yusuf Has HACİB. Uzay sistemini gezegenleri anlattığı yerde, yörüngelerden haberdar, bir küresel hareket olduğundan haberdar, yani bu uzay sistemine dair bilgiler Copernick’ten Galile’den çok önce biliniyor. Mevlana da biliyor, Yusuf Has HACİB de biliyor bunu. Anlatırken güneşle ay arasındaki ilişkiyi şöyle aktarıyor; güneşe bağlı gezegenleri tanıttıktan sonra, “tüm bu gezegenlerin altında ay dolaşır” diyor. “Güneşle karşı karşıya gelince dolunlaşır” diyor. Yani ayın ışığını güneşten aldığını biliyor Yusuf Has Hacib. Sonra da Töre’ye güneş, Kut’a ay adını veriyor. Kut kavramının Hunlar’dan beri Türkçenin bilinen en eski iki kelimesinden birisi olduğunu biliyoruz. Biri Tanrı, diğeri Kut’tur. Tanrısal bir değer olduğu biliniyor Kut’un. Tanrı kaynaklı bir değer olduğu biliniyor. Fakat ay’ın ışığını güneşten aldığı gibi, Kut’un da ışığını Töre’den alan bir değer olduğunu aktarıyor Yusuf Has Hacib.
Yani Kut, orijini itibariyle Tanrısal, Tanrı kaynaklı bir değer; ama görünür hale gelmesini Töre’ye borçlu.
Burada sual şudur: Kaynağı Tanrı olan Kut’u gösteren güneştir, yani Töre’dir. Tanrısal Kut, neden Töre sayesinde ortaya çıksın? Tanrı ile Töre nasıl bir münasebet halindedir? Gördüğünüz gibi, Tanrı’yla Töre arasındaki ilişkinin mecburi hale geldiği bir sistem var. Bunun da cevabını kendisi veriyor içeride. Kutadgu Bilig. 3192. beyit diyor ki;
“Ogan ol köni çın Törü birgüçi
Törümiş kamug halkka yetrü küçi”.
Ogan, kadir-i mutlak demek, Kudret sıfatına tekabül ediyor. Tanrı’nın bir ismi Ogan. Köni yine Tanrı’nın isimlerinden biri: Âdil demek.
“Kadiri mutlak ve âdil olan Tanrı, Töre’nin asıl sahibidir ve onu insanlara verendir.”
Yani isimlendirmede gösterdiğimiz o teşbih bir fantezi değil! İnanış o ki Töre Tanrı’nın sistemidir ve onu insanlara veren Tanrı’dır. Hem ana kurgusu itibariyle, kahramanları birbirine ilişkilendirişi itibariyle, hem de içerde Töre-Tanrı ilişkisini açıklayan bu beyitle bize aradığımız cevabı Yusuf Has Hacib veriyor. Ama bunu verirken, dikkat ederseniz, vurguladığı iki tane kavram var: Kudret ve adalet!.. Tanrı’nın kaadir ve âdil oluşuna atfen bir ön şart koşuyor: Adaletin gerçekleşmesi için kudret olmazsa olmaz bir şarttır. Kudretin olmadığı yerde adalet değil, zillet vardır. Töre’nin sahibi olan Tanrı’nın ona sahip olabilme gerekçesi, onun Kadir-i Mutlak(Ogan) ve Âdil(Köni) oluşudur.
Peki, adalet ne demektir?
Bu soruyu sorunca herkesin kafasında aşağı yukarı bir cevap oluşur. Ama ilk akla gelen tarif, “kanunun dediği şey” anlamına bir cevap! Kanunun dediği şey, tabii ki her zaman adalet getirmez arkadaşlar. O resmî uygulamadır. Eğer sınıflı bir toplumsanız, üst sınıfın menfaatini koruyan uygulamadır. Yönetici sınıfın menfaatini koruyan uygulamadır. Adalet o değildir. Soyut ve mutlak anlamda adalet bambaşka bir şeydir ve herhangi bir statik çerçeveye sığmayacak kadar dinamik bir değerdir. Her an değişen bir kavramdır. Dün adalet dediğiniz şey bugün adalet olmaktan çıkıp zulüm olabilir. Çünkü varoluş sürekli hareket halindedir. Şartlar sürekli değişir ve şartlar değiştikçe adaletin kıvamı, terkibi de değişir. Yeri de değişir. Stabil, durağan ve kitabî bir değer değildir adalet. Bu bakımdan adaletin tespiti ve tahlili her an çok ciddi bir uyanıklık ve genel hayat dengelerini anlamış insana bağlıdır. Genel hayat dengelerini kavramaya hikmet diyoruz. HİKMETin Türkçedeki karşılığı BİLGELİK kavramıdır. Kutadgu Bilig’de bilgelik olarak geçiyor. Doğruyla yanlışın ne olduğunu bilge kişi kararlaştırır. Rastgele bir kimse adaletin ne olduğunu bilmez. Adalet yapayım derken zulme alet olur. Kaş yapayım derken göz çıkarır. Hani vardır ya halkımızın arasında: Kaşığıyla verir, sapıyla gözünü çıkarır. Bu bakımdan genel kavrayış sahibi, zahirini gördüğü kadar batınını da gören bir görüş sahibi olması gerekir, adaleti sağlayacak kişinin. Yani bilge kişi olması lazım. Peki, “bilge kişi” nasıl olunur? Kutadgu Bilig işte bunu anlatan kitaptır. Kutadgu Bilig’in adının karşılığını da söylemem lazım: Kut kazanma bilgisidir. Neye göre kut kazanacağız: Töre’ye göre. Peki, bilge kişi adaleti neye göre belirler: Töre’ye göre. Töre’yi bilmeyen bir kişinin adaleti tayin etme şansı yoktur. Çünkü Töre, Türk Hikmet Geleneği’nin adıdır. Aynı zamanda eski Türk inanışının da adıdır. Türk kelimesi ile Töre kelimesi arasında ciddi anlamda bir ilişki var. İkisi de türemek fiilinden yapılmış. Türk kelimesi “Töreye uyan” demek. Bir soyun adı değil bir hikmete tabi olan, bir manevi kimliğin adı Türk. Fransız İhtilal’inden beri insanlığa kan ağlatan ırk fikri bizim geleneğimizde yoktur. Zaten her fırsatta dile getirdiğimiz gibi imparatorluk geleneğinde soy fikri hâkim fikir olmaz. Varsa bile olamaz. Stratejik değildir, kullanılamaz. Çünkü tesir sahasındaki diğer topluluklarda reaksiyon uyandırır. Hâlbuki Töre’nin en önemli emirlerinden biri dünya nizamını temin etmektir. Bunun için devlet kurumu devreye girer. Töre devletsiz uygulanamayan bir sistemdir. Töre mutlaka devlet ister. Onun için Töre sahibi olan, Töresine bağlı olan topluluklar, Törelerini uygulayabilmek için çevrelerindeki sınıflı toplumların tehditlerinden, teşkil ettikleri tehlikelerden kurtulabilmek için, güç birliği ihtiyacı içindedirler. Hem de o bölgelerdeki mazlum insanları kurtarabilmeleri için güce ihtiyaçları vardır. Bu da devletle olur. Onun için ya devlet başa ya kuzgun leşe denmiş. Devlet toplumun örgütlü gücüdür çünkü. Elbirliğidir, işbirliğidir devlet. Ve Türkçe’de devlet kelimesinin karşılığı bugün şehir, vilayet anlamında kullanılan “İl” kelimesidir. Kutadgu Bilig’in yazıldığı dönemde devlet demekti. Ve il kelimesinin kelime anlamı(kavram yönüyle devletin adıdır), huzur demektir. Hala Ege bölgesinde, Akdeniz bölgesinde, Türkmen bölgelerinde kullanılan bir kelime var: “İlimek” diye bir kelime. “İçine ilimek” diye kullanılır. Belki aranızda bilenler de vardır. Bugün bir fenalık yapan adama vicdanın sızlamıyor mu? anlamında “içine ilidi mi şimdi bu yaptığın?” diye söylerler. İşte ilimek fiili buradan geliyor. İl huzur demek. Cihan’a huzur getirmekle mükellef kurum. “Huzur nasıl getirilir?”, “Huzuru getirecek olan insan tipi ve toplum modeli nasıl olmalıdır?” Sorusunun da cevaplarını Kutadgu Bilig veriyor.
Prof Dr. Mehmet Mehdi ERGÜZEL Sakarya Üniversitesi Türk Dili Bölüm Başkanı:
İdeal insan, ideal cemiyet ve ideal adalet nasıl olur? Bunun ölçülerini tayin eden bir siyasetnamedir Kutadgu Bilig deniliyor. Eserin dört sembol şahsiyet etrafında değerlendirildiğini sevgili hocamız ifade etti ve sınıfsız ama hiyerarşik bir toplumun kut ve Töre etrafında adaleti temini için Kök Tengri’nin emirlerini icra ettiğini, Kutadgu Bilig’den örneklerle hatırlattı. Kutadgu Bilig’in giriş bölümünde söze şöyle başlanır: “Bayat atı birle sözüg başladım. Törütgen, igidgen, keçürgen idim.” Yani “Tanrı adıyla söze başladım yaratan besleyen bağışlayan Rabbim!” Âdeta bize Mevlid’i hatırlatan bir giriş. “Allah adın zikredelim evvela Vacip oldu cümle işte her kula.” Yani Kutadgu Bilig ile ondan 500 sene sonraki bir başka eser arasında rahatlıkla paralellik kurmamıza vesile olacak tespitler. Günümüzün meselelerine 1000 yıl öncesinden bakışlar; nasıl yaşamalı, nasıl davranmalı, nasıl yorumlamalı, hayatı ne yönde yönlendirmeli, yemeli, içmeli… Adeta bir yaşama üslubu eseridir. Dünya ahiret dengesi Odgurmuş ve Ögdilmiş etrafında bir KUT veren bilgi halinde sunulmuştur.
Kutadgu Bilig’de geçmiş yıllarda farkına varmadığım ve bugün fark ettiğim gerçekten sağlam bilgiler var. 6645 beyit etrafında 88 fasıl halinde Yusuf Has Hacib’in adeta bir mütefekkir ciddiyeti içerisinde günümüze sağlam bilgiler verdiğini söylemeliyim. 1980 ihtilalini takip eden günlerde sahilde dinlenen bir paşa görmüştüm. Gazeteciler elinde Platon’un Devlet kitabıyla resmini çekmişler. Eflatun’un “Devlet”ini okuyor. Daha o zaman ki genç aklımla, keşke elinde Kutadgu Bilig olsaydı diye düşünmüştüm. Kafesoğlu Hoca Kutadgu Bilig’i değerlendirirken ona yabancıların yapıştırmaya çalıştığı Çin’den, Hint’ten, Yunan’dan tesirler var iddialarına tek tek cevap veriyor. Okumanızı tavsiye ederim. Hiç birinden tesir olmadığını bir ilim adamı ciddiyetiyle sağlam dayanaklara göre izah ediyor. Tamamıyla Türk’e has, milli bir eser. Kölelik müessesi yok mesela.
Hocam bunlara girecek tabii. Ben mümkün olduğu kadar dilci veya edebiyatımızın temel eserlerinden birisi olma sınırlarını aşmamaya çalışarak hatırlatıyorum. Ancak ben yine de bu ok-yay meselesine temas edin diyorum. Ben aralarda yine kendimi küçük tespitlerimden yola çıkarak ifade edeceğim.
Dr. Sait BAŞER:
Ben Mehdi Hocamın emriyle gireyim o zaman açıklamaya.
“Oğuz Kağan Destanı” diye bir destanımız var biliyorsunuz. Uygurca metni, otantik kültürü yansıtması bakımından çok değerlidir. Bu metinde Oğuz Kağan’ın bir bilge veziri vardır. Adı Uluğ Türük’tür. (Türk kelimesinin, atıf yaptığı zaman itibariyle temsil ettiği en eski kullanım olarak bunu kabul edebiliriz. Yazıya geçirilmesi 11. Yüzyıldadır; ama destan binlerce yıl öncesinden haber veren bir metin. Uluğ Türk’teki Türk kelimesi, Töre’yi iyi bilen/temsil eden anlamına geliyor, bir soy mensubu olduğu anlamına gelmiyor; onun adı, daha doğrusu sıfatı o: “Ulu Türk.”) Bu Uluğ Türk bir rüya görür. Gördüğü rüyada bir altın yay, dünyayı kuzeyden güneye sarmıştır. Üç tane gümüş ok ta doğudan batıya doğru uçuşmaktadır. Bunun ne anlama geldiğini anladığı, daha sonraki konuşmasından çıkıyor. Uluğ Türk, gördüğü rüyanın yorumunu da yapmış ve gitmiş Hakan’a rüyasını anlatmış. Demiş ki; “Tanrı bana düşümde gösterdiğini gerçekte de senin boyuna bağışlasın.” Merhum tarihçimiz Osman Turan bunu “Eski Türklerde Ok’un Hukûkî Sembol Olarak Kullanılması” (Belleten, IX/35, Ankara, 1945.) başlıklı makalesinde çok güzel anlatmıştır.
*
Yay Tanrı’nın sembolüydü. Yay ilahi iradeyi, ok ise varlığı temsil eder.
Ok gene kulluğu, bağlı olmayı da ifade eder.
Yay ve ok arasında görülen ilişki bir çok yönden soyutlanıp sembolleştirilmiş, kavramlaştırılmış ve yaygın biçimde Türk kültüründe kullanılmıştır.
Yay, Kök Tanrı’dır ve İslamiyet’in kabulünden sonra da yay sembolü kullanılmaya devam edilmiştir. Bütün Türk tarihi boyunca ok ve yay sembolleri kullanılmıştır. Edebiyatımızda bir türlü kullanılmıştır, siyasetimizde bir türlü, inanç hayatımızda bir türlü kullanılmıştır… Mabetlerin, kubbe ve minare tepelerindeki alemler bir tarihte yay biçimindeydi, eski eserlerde bunu görürsünüz. Yakın zamanlarda yerini hilal aldı. Yayla hilal aynı anlama geliyor. Yay Tanrı’yı temsil ediyordu, hilal İslamî nitelendirmeleriyle Allah’ı temsil ediyor. Tevhidî birliği temsil ediyor. Yay da öyledir.
Yay Tanrı, ok kuldur, varoluştur dedik. Bu bir sembol sistemi olarak öyle bir açılmıştır ki; gökyüzü yaydır demiş, yeryüzü ok. Yani Tanrı’ya nispeti daha kuvvetli olana daima yay anlamı verilmiş. Yeryüzüne indiğinde yüksek dağlara Tanrı Dağları dediği gibi yay(yayla) demiş, ovalara ok demiş. Halk idaresine inildiğinde devlete yay, halka ok demiş.
Oğuz kelimesi ok kelimesinin çoğuludur(Ok-g-ğ/u/z). Devlete bağlı oklar, yani boylar anlamına gelir. Her bir boy devlete göre oktur ama kendi halkına döndüğünde boyun beyi bu defa yay olur. Boyun beyi hakana göre ok iken, halkına döndüğünde yay olur. Boy halkı beye göre ok olur. Aileye baktığınızda baba yaydır ailenin diğer üyeleri oktur. Bir genç kız nişanlandığında ona “oklu” diyorlar. Yayını buldu anlamında. Ferdi planda ele alındığında da gönül yaydır, vücut oktur. Daha pek çok açılımı vardır ok ve yayın. Hukukta karşılıkları var, miras hukukunda karşılıkları var, dilde karşılıkları var.
Bugün okumak dediğimiz fiilin kökü “ok”tur. Yazmak dediğimiz fiilin kökü “yay”dır. Biz bugün okumak yazmak fiilerini kullanırken, ok ve yay ilişkisi üzerinden semantik bir anlam çerçevesi oluşturmuşuz. Okumaktan kasıt okuyanı yay pozisyonuna getirmektir. Okuyan yay’dır. Yazıdaki anlam ok olur okuyan nezdinde. Okun yaya tabii olduğu gibi okuyan, satırlardaki anlamı kendine bağlamıştır. Yazan da ok nitelikli bilgiyi yazıya geçirmekle ebedileştirdiği için, ebediyet de Tanrısal olduğu için, (ebedi taştır Orhun kitabelerinin adı hatırlayın.) yazı ebediyeti temsil ettiği için Tanrısaldır. Bilgiyi ebedileştirmiş, hikmeti ebedileştirmiş oluyorsunuz. Ulu orta her şey yazılmıyor zaten, ancak bir hikmet değeri varsa yazılıyor.
Dolayısıyla burada ilginç bir şey var. Adalet kavramına buradan da girilebilir; demin dediğim gibi, nerden girseniz oraya bağlanıyor. Şöyle söyleyelim; Hakan Tanrı’ya göre oktur, topluma göre yaydır. Yani bir tarafa döndüğünde yay, diğer tarafa döndüğünde oktur. Yusuf Has Hacib bunu kullandığı bir yere gelmiş: Kendi yaşlılığını anlattığı bir beyiti var. Diyor ki orada; “Artık yaşlandım belim büküldü. Daha önce gönlüm yaydı vücudum oktu. Artık ölümüm yaklaştı vücudum yay gibi oldu, şimdi gönlümü ok yapmalıyım. Çünkü gönül Tanrı’ya geri dönecektir.” Kelime-i şahadetteki risaletle kulluk ilişkisine benziyor: Bir tarafı resul, bir tarafı kul. Burada varlığın Tanrı’yla organik bir temâsı var. Tanrı her yerde ve her şeyle ilişkilidir. Soyut bir Zeus değil, gökyüzünde yukardan kaşını çatarak parmağını sallayarak türettiklerini sevk ve idare eden bir Tanrı değil; varlığın her bir anında ve yerinde, ona ilişik bir Tanrı. Ama bu Tanrı’nın bariz bir şekilde ortaya çıkması insanda oluyor. İnsanda Tanrısallık nasıl rafine bir halde görünüyor?
Bunun da bir mekanizması var Töre’de Kutadgu Bilig’e göre. (Şöyle bir süreç izliyor: Açılımını merak edenler daha sonra okuyabilirler. Kutadgu Bilig elimizin altında bir eser.) Öncelikle: “İnsanlığın büyük bir kısmı kendi asıl değerini bilmez. Gafildir.” diyor. Gaflet kelimesi Kutadgu Bilig’de “Usallık” diye adlandırılmış. Us kökünden türetilmiş. Hâlbuki “us” da bildiğimiz kadarıyla akıl demektir. Değil mi? Ama demin bahsettiğim ve Kutadgu Bilig’in kahramanlarından biri olarak karşımıza çıkan “ög” seviyesindeki akıla göre varlığın sınırlarında hapsolmuş, akıbetini göremeyen akıldır us. İşte akıbetini göremeyen aklın sahipleri, sadece midesini düşünen aklın sahipleri “gaflet içinde” diye nitelendiriliyor. Bunlara “usallık” sıfatı yakıştırılıyor. “Usallık” gaflet demek.
Gafletten uyanması için hizmete soyunması, bilgi edinmesi lazım. Peki, hizmet nasıl yapılır? Töre mucibince yapılır. Hizmet, Töre çerçevesinde olursa makbuldür. Töre haricinde hizmet makbul değildir; çünkü demin de söylediğimiz gibi, Töre bilmez yalınguk, hizmet edeyim derken ortalığı yıkıp yerle bir edebilir.
Hizmet çok önemli bir kavram ve bunu “tapug” kelimesiyle ifade ediyor. Tapmak eski Türkçede şimdi kullandığımız hizmet ve ibadet kelimelerinin ikisini birden ifade ediyor. Hizmet ve ibadeti birbirinden ayırmıyor. Ontik kavrayışındaki Tanrı/varlık ayrımı yapmayışı, bizce, bu anlayışın sebebi. Hizmetsiz ibadet, ibadetsiz hizmet anlamsızdır Töre’ye göre. Mutlaka ibadetin aynı zamanda toplumsal bir yönü de olur. Hizmet toplumsal bir ibadettir aynı zamanda. Arınmayı hizmet kavramına bağlıyor. Ve bunu bütün eser boyunca ısrarla yüzlerce kez vurguluyor. Hizmet hizmet hizmet… Sınıf farkı yok diyor. Defalarca muhtelif şekillerde ifade ediyor.
*
Osman Turan’dan okuyanlarınız vardır belki, nefis bir kitabı vardır, ben de tavsiye ederim “Türk Cihan Hâkimiyeti Mefkûresi Tarihi” fakat adı yanlıştır. Çünkü Töre’nin gayesi hâkimiyet değil hizmettir. Töre’ye göre bu kitabın adı “Türk Cihana Hizmet Mefkûresi Tarihi” olmalıydı. Hâkimiyette bir tahakküm var, bir sömürme iddiası saklı. İmparatorluk kelimesi gibi. İmparatorluk da emperyum’dan gelir ya. Sömürür. Emperyalizm sömürür, oradan gelmektedir. Türk devletinin gayesi insanlığa huzur götürmektir. Bu da hizmet vererek olur. Almak değil, vermek esastır Töre’de. Bu oyunlarımıza kadar girmiştir. Fransa kaynaklı Nisan 1’i biliyorsunuz. Alan kazanır. Hâlbuki bizim ladesimiz var. Lades’te kazanan rakibine bir şey verirse kazanır. Çocuk oyunlarına kadar girmiştir. Bu bir verme kültürüdür. Bir hizmet kültürüdür. Ve hizmet ederek “Bey” olunacağının farkına varmış bir kültürdür. Hizmetin en temel amacı da sınıflı yapıların hâkim olduğu dünya insanlığını bu esaretten kurtarmaktır. Onun için doğu da batı da Türk’ü görmek istemez…
Prof Dr. Mehmet Mehdi ERGÜZEL :
Hocam, yeri gelmişken Sadri Maksudi Arsal diyor ki; Türk kültürünün abidesi olan bu eser medeni bir Türk muhitinde ahlak, siyaset ve hukuk değerlerinin hülasasıdır ve Orhun Kitabeleri’yle paralellik gösterir. Fakat bazı kaynaklarda kaderiyeci bir anlayış olmadığını Kutadgu Bilig’de daha pratik ve hayata uygun yorumlar yapıldığı belirtilir. Bu kadercilik meselesine temas etmek ister miydiniz? Yani bizim İslam’dan önce Kutadgu Bilig’i besleyen hayat felsefemiz vardı da, İslam ile kolay uyuştu da mı böyle devam etti, yoksa belli bir asırdan sonra, bazı değerlendirmelere göre, İslam’ı milli yorumlayış demek olan anlayıştan uzaklaştıkça mı, biz acaba ihtişam devirlerini geride bırakmaya başladık? Buna da bu vesileyle temas etmenizi, bir satır başı halinde değinmenizi isterim.
Sait BAŞER:
Kaderciliğin insan üzerinden sorumluluğu kaldıran çok olumsuz bir tarafı var. Halbuki insan sorumlu bir varlık. Söylediğim anlamda bir Tanrı fikriniz varsa eğer, Tanrı’nın nitelikleriyle donanan bir insan fikrinden söz edilmesi gerekir. Adeta Tanrısal potansiyel taşıyan bir insan tipi. Dolayısıyla Töre’nin insanında, ilahi iradeyle bütünleşen ve varoluşa katılan bir tip söz konusudur. Sadri Maksudi Arsal çok doğru söylüyor. Orhun Abideleri’nde Bilge Kağan’ın kardeşi öldüğü vakit kullandığı şöyle bir cümle var, onun öldüğüne o kadar üzülüyor ki :
“Gözümden yaş gelse tuttum, içimden hıçkırık gelse bastırdım. Çünkü kişioğlu ölümlüdür. Zamanı Tanrı yaşar.”
diyor. Yaşayan, gerçek hayatiyet sahibi Tanrı’dır. Bu a kişisinde de b kişisinde de şu varlıkta da bu varlıkta da var-olma kaynağının Tanrı olduğuna dönük bir açık ifadedir. Gene Tanrı’dan gelen bir varoluş idrakinin bulunduğunu görüyoruz.
İşte “Tengri teg Tengride bolmış” demek şu demek: Tanrı’casına, Tanrı’dan olmuş Türk Bilge Kağan… diye devam ediyor. Veya ölümlerinden sonra Bilge Kağan ile Köl Tigin ve Tonyukuk’a atfen Yollug Tigin: “Tanrı’daki diriliğe döndünüz” diyor. Tanrı’nın yaşadığını, hayatiyetin Tanrı’ya ait olduğunu düşünen, buna inanan ve yeniden Tanrı’ya döndüğünü düşünen bir tip var ortada. (Eksik bıraktığım bir şey vardı onu da buraya hemen ekleyeyim: O altın yayı bulan üç büyük oğul ile gümüş okları bulan üç küçük oğul hakanın huzuruna toplanırlar. Altın yayı bulanlar “bozok” diye adlandırılırlar. Bozok değildir aslında kelime “bozuk”tur. Ok takılmamış yaya denir bozuk diye. Yayı temsil eden büyük oğullar; ama dil uyumu ses uyumu yüzünden zamanla kelime bozok olmuş. Dolayısıyla biz de artık o yanlış kullanıma devam ediyoruz. Büyük oğullar “bozok” diye adlandırılıyor. Gök cisimlerinin adları verilmiş onlara. Gökten gelen kızdan, Oğuz Kagan’ın birinci evliliğinden olanları var. Bunlara Günhan, Ayhan, Yıldızhan adları veriliyor. Gök cisimlerinin adları veriliyor. Gök yere göre yaydı ya! Bunlar da toplumda okları bulanlara göre yay oluyor. Onun için bozuk deniliyor. Bozuk kelimesi ok takılmamış yay demek. Diğer okları bulanlara da Dağhan, Denizhan, Gölhan adları veriliyor. Dolayısıyla bu ok ve yayla temsil edilen boylar, -biz oğuz diye bunlara diyoruz- bunlar Üçoklar ve Bozoklar iki kanattır, birleşirler ve okla yay birleşmiş olur. Çin kaynakları da böyle söylüyor. Hunları, Göktürkleri tarif ederken Büyük Hun Devleti kuruldu demiyor. “Okla yay bir araya geldi” diyor. Zaman zaman bunu tekrar ediyor. Tekrar edilen tarihlere bakıyorsunuz ya Göktürkler oluyor sahnede ya Hunlar oluyor ya Uygurlar oluyor. Okla yay bir araya geldi miydi yani gökle yer, Tanrısallıkla varoluş alemi beraber oluyor. Hani diyor ya: “Üze gök asra yağız yir kılındıkta, ikin ara kişioğlu kılınmış. Kişi oğlında üze eçüm apam Bumın Kağan İstemi Kağan olurmış.” diyor ya gökle yer arasında… Gökle yerin birleştiği yeri temsil ediyor Türk toplumu!)
Gökle yerin buluştuğu, fizikle metafiziğin buluştuğu bir ufku temsil ediyor…
Aslında adaletin tecelli ettiği yerlerden biri de budur.
Ne sırf fizik ne sırf metafizik. Hem o hem bu. Ama ne sırf o, ne sırf bu. Ne ayrı ne gayrı. Nitekim daha sonraki dönemde İslam’ın kabul edilmesi esnasında Mutezile’nin attığı bir soru vardır: Allah’ın zat ve sıfatları ayrı mıdır değil midir, sıfatlar ebedi midir… diye… Buna Türk itikadını kuran İmam Maturidi cevap verirken, zat ve sıfat birbirinden ne ayrıdır ne de gayrıdır dedi. Bu formülle fizikle metafiziğin Türkler indindeki ilişkisini de açıklamış oldu. Türk’ün ontolojik kavrayışı vardır bu ok yay sisteminde.
Ve bu ok yay sembolizmi içinde hem boy örgütlenmesi tarif edilmiştir, hem devlet örgütlenmesi tarif edilmiştir, hem varlık tarif edilmiştir ve bunların hepsi üst üste örtüşen değerler olarak, gayet işlek ve komplike görünür; ama diğer yanıyla da son derece modüler bir nitelik de taşırlar…
Prof Dr. Mehmet Mehdi ERGÜZEL :
Sevgili hocam son 10 dakikaya girmeden evvel isterseniz sorulara da vakit kalması bakımından ben yine sizi dinlendireyim. 1000 yıl önceki iki temel eseri hepiniz bileceksiniz. Birisi Türkçenin 1000 yıl önceki söz varlığını bize hediye eden ve Diyarbakır’ın hayırlı evladı rahmetli Ali Emiri tarafından Türk ilim âlemine sunulan Divan-ı Lügati’t Türk, ki 8.000 kelimeye yakın söz varlığıyla o zamanki dünya dillerinden daha zengin hem mücerret hem müşahhas, soyut ve somut, kavramlara açık bir eserdir. Ve Türk dünyasının dış cephesini temsil ettiği söylenebilir. Ve hemen hemen aynı yıllarda aynı coğrafyanın diğer evladı Balasagunlu Yusuf’un ortaya koyduğu kuta ulaştıran bilgi veya nasıl yaşanılacağını öğreten kitap Kutadgu Bilig’in de Türk cemiyetinin iç cephesini veya manevi cephesini temsil eden iki eser olduğu, bir de bizi gençlik yıllarımıza götüren kavramlarla, ebedi olmasını dilediğimiz kavramlarla, eserin gayesini, yazılış maksadının tamamıyla devletin ve milletin bekası niyetine matuf olduğu, yine öğrencilerime hatırlatmaktan büyük zevk duyduğum bu dört temel kavramı hatırlatır gibi, “din u devlet ve mülk ü millet” için yazıldığını, bunun da yine devleti ebet müddet idealimize yön verdiği bir ay kadar önce Yahya Kemal’in kendi gök kubbemiz altında ebedi yaşayabilmemiz için bize ufuklar açan, Necip Fazıl’ın ecdad köklerini nereye daldırmış ki böyle muhteşem eserler ortaya koyabilmişler sırrını bulabileceğimiz bir eser olduğunu hatırlamak gerekiyor. İnsanlara bu yayı düşündüren gök kubbemiz altında, Türk’ün gölgesinde, kanun karşısında korunmuş sosyal bilimler halinde milli bütünlüğü muhafaza ederek hayatın ahengini temin eden cümleler halinde nasıl yaşamamız gerektiğini düşündüren ve tekrar dönmemiz gereken bir eser olduğunu hatırlamamız gerektiğini ve Kutadgu Bilig’in bugünden düne doğru bir davet olduğunu düşünüyorum. Vakit yetmediği için hocama acaba şeriat ve hilafet gibi konulara pek girilmediği şeklindeki yorumların belki bir başka sohbetin konusu olabileceğini düşünüyorum. Son olarak da âcizane dilciliğimizin bir küçük hatırlatması 13 bin mısrada yabancı kelime nispetinin en fazla %10 kadar olabildiğini bunun milli bir Türkçeci yaklaşım olduğunu özellikle gençlere hatırlatıyorum. Dini hassasiyetler içinde Malazgirt’in kahramanı Alparslan’ın bir sözüne paralel bir anlayış da, biz Türkler dini sade insanlarız diyor, bidat nedir bilmeyiz. Balasagun’lu Yusuf’un da hemşerileri bu anlamda çok sade bir tavır almışlar. Adeta Türk atasözlerine, savlara gönderme yapıyor. Ve nasihatlerini belki de o binlerce Peygamber arasından birkaçına mazhar olmuş bir milletin çocukları olarak, ilahi kaynaklı olduğunu bilerek konuşuyorlar diye düşünüyorum. Bunlar bana çok dikkat çekici geldi. Allah sağlık verirse ben Kutadgu Bilig’e tekrar tekrar dönme niyetindeyim…
Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER:
Tabi bu konu çok uzun ve geniş bir konu. Bir celsede bütünüyle anlatmak da mümkün değil, Bütün nüanslarıyla kavramak da. Ama şöyle bir düşündüm hocam konuşurken; ortaya koyduğumuz tabloda bir takım ilişkilendirilmemiş unsurlar kaldı. Birkaç tanesini söyleyerek sözümü bağlayayım.
Şimdi, hizmet halindeki yalınguk, hizmet ettiği takdirde aklını us seviyesinden ög seviyesine çıkarıyor. Ve akıbetini görür hale geliyor. Buna artık yalnguk değil “kişi” diyorlar. Kişilik kelimesi buradan geliyor.
Kişi kelimesi “kiş” kökünden türemiş bir kelime. “Kiş” kökü de yay kirişi demek. Yani yine ok yay sembolizmine gidiyor iş. Kişilik diye bugün hala kullandığımız kelime odur. Aklı ög seviyesine geldiğinde yayın kirişi oluyor. Yayın kirişi okla yayın buluştuğu çizgidir. İşte bu kulluk çizgisidir. Dikkat ederseniz Töre’ye göre Hakan’ın kanı akıtılmaz, yayının kirişiyle boğulur. Sultan Abdülaziz’in katledilmesi olayında gösterilen tepki oydu. Sen Hakan’ın kanını nasıl akıtırsın? Hakan’ın kanı toprağa akmaz, kendi yayının kirişiyle boğulur. Aristokrasi yoktur Türk toplumlarında arkadaşlar; fakat bir tek Hakan ailesi istisna tutulmuştur.
Hakan ailesi Töre’nin hizmetkârı olduğu içindir. Hakan “hizmetkâr” demektir, efendi demek değil. Toplumun hizmetinde olan kimsedir Hakan.
Kişi olan insan gafletten kurtulur. “Us” aklından “ög” aklına çıkar. Kişi kimdir diye soruyor eserde. “İki türdür kişi, biri bey biri bilgedir” diyor. Ama beyliği açıklarken de üç şarta bağlıyor. Bey dediğiniz adam birincisi “kutlu” olacak, iki “bilge” olacak, üç “alp” olacak. Kutlu, bilge ve alp olmayan kişiden Hakan olmaz. Kut ise us seviyesinden ög seviyesine çıkarkenki hizmet esnasında güçlenir. Kut güçlendiği için akıl “us” olmaktan “ög” derecesine çıkar. Kut yükseldikçe metafizik idrak yükselmektedir. Yani insanın içindeki Tanrısallık uyanmakta ve gittikçe daha da güçlenmektedir. Kut derece derece yükselmektedir. Öyle bir yere geliyor ki kutu tamamlayan değerler olarak çeşitli şeyler sayılıyor, hizmet, toplum adına feragat, devlete itaat… vs. Onları sayıp bittikten sonra bir kaç şeyle tamamlanır kut diyor. Bir güzellik kutu tamamlar, iki temizlik kutu tamamlar, üç kanaat kutu tamamlar, en son olarak da rıza kutu tamamlar. Rıza’nın adı da Türkçede tapı. Gene tapmaktan. Rıza dediğimiz vakit, pek dikkatten kaçmış noktadır bu, sabır çok değerlidir biliyorsunuz ki. Ama sabır bir öteki üretir. Bir menfi cephe oluşturur. Hâlbuki rızada bütün menfileri kuşatan bir halet-i ruhiye söz konusudur. Yani kişinin içindeki varlık-Tanrı idraki tamamlanmış olmaktadır. Bütünde hayrın ve şerrin haktan geldiği diye bir şey var ya! Rıza diyor, kutu tamamlar. Kutun tamamlanma sebebi rızadır. Böyle bir noktaya bağlamış. Ve bu nitelikleri kazanmak sadece hakana mahsus değil. Bütün insanlık için geçerlidir. Her insanın var oluşunu sağlayan şey, yaşayan Tanrı’nın insandaki uzantısı olan kut’tur. Dolayısıyla Töre’nin amacı da il dediğimiz devletin bütün cihana hizmet eder hale gelmesini temin etmek, bunun için belli bir kudretle bir adaletin uygulanması, o adalet uygulandığında da cihanın kut kuşağını bağlamasını sağlamaktır. “Cihan kut kuşağı bağlarsa kurtla kuzu bir arada yaşar” diyor.
Bugün Kutadgu Bilig’den ne çıkarabiliriz dersek, yeni bir adalet felsefesi çıkarabiliriz diye cevaplandırırız. Türk devletinin tarih boyunca en önemli misyonu adalet olageldi. Bugün de dünyanın en şiddetle ihtiyacı olan şey adalettir. Ama adaletin ne olduğunu, altındaki felsefeyi teşhir etmemiz, açmamız, açıklamamız gerekiyor.
Ben süremi böylece tamamlamış olayım, teşekkür ederim.
Prof Dr. Mehmet Mehdi ERGÜZEL
Çinlilerin Edebü’l-Müluk, Maçinlilerin Aynü’l-Memleket, Maşrıklıların Ziynetü’l-Mera İranlıların Şehname-i Türki, bazılarının Hentname-i Bulug, ve Turanlıların Kutadgu Bilig dediği bu tekrar keşfeder gibi dönmemiz öz cebimizde kaybettiğimiz güneşe ulaşmamız, belki bu sohbetlerle başlamış sayılabilir. Eserde Töre konumundaki Küntogdı diyor ki: “Güneşte nasıl nur eksilmezse bende de adalet eksilmez.”
Adalet üç ayaklı sacayağıyla, şeker, zehir ve bıçakla temsil ediliyor. Bıçak hükmeden koruyucu, zehir zalimler ve zorbalar için ve şeker masumların hakkı olarak. Hocam Uluğ Türk’ün rüyasını hatırlattı. Bizim Büyük Türkiye rüyasını görecek nesillere ihtiyacımız var. Ümit ediyoruz ki sizi yormadık, sabrınızı istismar etmedik. Bize tanınan süreyi bulduğumuzu düşünüyorum.
Konuşmacı (soru1) :
Hocam son bölümlerde tapma ile ilgili bir şeye değindiniz. İslam’da olan ibadet olarak tapma mı yoksa o tapma farklı bir şey mi? Açıklar mısınız?
Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER
Aynı şey. Tapmak hem hizmet hem ibadet demek. Fakat rıza kavramının karşılığı olarak ayrıca “tapı” diye bir kelime var. Kökü yine ibadet ve hizmet anlamına gelen tapmak fiilinden yapılmıştır.
Konuşmacı (soru2)
11.yüzyıl Orta Asya Türk dünyasından biraz bahseder misiniz? Orta Asya’nın huzursuz bir yüzyılı sanırım 11.yüzyıl’da. Bu iki eserin yazılmasında siyasi huzursuzlukların rolü var mı?
Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER
Bu sorunun tam cevabı bir konferans eder. Bilgi soruda saklıdır. Yani böyle bir sorunun arkasında bir bilginin olduğunu ben görüyorum. Birkaç cümle ile ifade edeyim. Hem İslam dünyası bakımından hem Türk dünyası bakımından hem de Müslüman olmuş Türkler bakımından bir oluşum dönemidir. İslam dünyasında son derece ciddi bir buhran vardır. Abbasiler pes etmiş durumdadırlar. Bir siyasi otorite yoktur. Türk dünyasında Satuk Buğra Han’dan itibaren İslamiyet’in kabul edildiğini biliyoruz. Fakat devam eden bir kabul süreci vardır. Bugün bile o Töre toplulukları arasında İslamiyet’i kabul etmemiş bazı gruplar var. Başka dinlere girenler var mesela. Sadece bizim dünyamız bakımından değil bütün dünya bakımından karar bulmamış bir dönemdir o dönem. Siyasi bakımdan da öyledir, itikadi bakımdan da öyledir, kurumlaşma bakımından da öyledir. Yusuf Has Hacib’in Kutadgu Bilig’i yazma ihtiyacı duyması bir sebepten, Kaşgarlı Mahmut’un divanı Lügat-it Türk’ü yazması başka bir sebepten. Kaşgarlı Mahmut bilindiği gibi Bağdat’ta yazdı eserini ve Halife’ye sundu. Eser Arapça yazıldı, Türkçe yazılmadı. Türkçeyi Araplara öğretme maksadıyla yazıldı. Girişindeki ifadeleri hatırlarsanız bir takım hadisler söylüyor. Senedi olmayan, ferdi olduğu düşünülen hadisler söyleniyor. Ama hadisin sahih olup olmadığından ziyade ona inanılıyor olması değerlidir. Diyor ki Kaşgarlı Mahmut Hz. Peygamber’in söylediğini iddia ederek: “Türklerin hâkimiyetinin uzun olacağı haber verilmiştir, onun için Türkçeyi öğreniniz.” Buyurulmuştur. Bu sözlüğü o maksadla yazdım diyor. İşte “Devlet burcu Türkler’in ufkundan doğmuştur. Onların hâkimiyeti uzun sürecektir, Türkçe öğreniniz” diyor. Bir temenni de saklı elbet orda. Ama o temenninin çok da gecikmeden tahakkuk ettiğini görmemek elde değil. 1070 yazılış tarihi, 1071 Malazgirt’tir. Yani bu kadar yakındır. Malazgirt’ten 3 sene sonra da Türk orduları İznik’i baş şehir yapmışlardır. Ufuk o kadar açıktır yani. Aynı şey Kutadgu Bilig için söylenmez. Kutadgu Bilig bir başka dikkati gerektiriyor. Töre’yi anlatıyor Kutadgu Bilig. Töre bilgisini anlatıyor. Niye anlatıyor? Burada dikkat edilmesi gereken epeyce bir mesele vardır; ama dikkat edilmesi gereken şudur; bildiğiniz gibi İslam dini bir devlet modeline angaje değildir. Bu onun avantajı. Fakat demin arz ettim. Töre devletsiz olmuyor. Ve bu devleti teşkil edecek olan insanlar Töre toplumlarıdır. Kutadgu Bilig’in yazılmasından 100 yıl sonra Sultan Sencer ile Müslüman olmayan Oğuzlar arasındaki mücadelenin hikâyesini bilirsiniz. Töre’ye göre Hakan’a itaat edilmesi gerektiği için Müslüman olmayan Oğuz boyları Sultan Sencer’i esir alır, bir demir kafese kapatır, Hakan diye gezdirirler. Tam filmlik bir şeydir bu. Ve Sultan Sencer’in Müslüman olması onları hiç rahatsız etmez. Çünkü inanmaktadırlar ki Selçuklu Devleti de Töre devletidir. Nerden belli; Selçuklu bayrağı ok ve yay’dır. Bir iddiaya göre Osmanlı tuğrası da ok ve yaydır. Oradan stilize edilmiştir. Fatih’in bir şiirini gördüm geçende bir divan edebiyatı güzelini tasvir ediyordu. Kaşlarını yaya benzetiyor ve tuğradır diyor. Yani Türk devlet geleneğinin devam etmesi gerekmektedir ve o hikmet geleneğinin toplum bakımından binlerce yıl benimsenmiş olan hikmet geleneğinin üzerinde bu devlet yükseleceği için unutulmasını önlemek istiyor Yusuf Has Hacib. Bir rivayete göre Fatih Sultan Mehmet Kutadgu Bilig’i Topkapı Sarayı’na getirtmiş ve bizzat okumuştur.
PANELİSTLER: Prof Dr. Mehmet Mehdi ERGÜZEL/ Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER