Osmanlı hayranı dostlardan bir kısmında çok dikkat çekici bir paradoks hakim.
İyi niyetle Osmanlı özlemi duyduğu halde (kötü niyetlilere zaten hiç itibar etmeye değmez), Osmanlı’nın var oluşunu hazırlayan ve yükselten Yûnus Emre gibi, Sadreddin Konevî, Muhyiddin Arabî, Niyâzi-i Mısrî, Eşrefoğlu… gibi isimlerin temsil ettiği ontolojiye düşman bir anlayışta ısrar edenler, kendilerini sorgulamalı değil midir?
Bunlara husumet besleyen anlayış medreseye 16.yy, tekkeye ise 18.yydan itibaren yerleşti maalesef. Devletini çürüten anlayışta ısrar edecek, ama o devlete hayranlık üzerine ideal kuracaksınız…
Bu muazzam çelişkiyi gören biri yok o cenahta…
Eserle iftihar edip, o eserin sebebi olan inanma ve anlama modelini zemmedenler, hatta küfürle suçlayanlar kendilerini hesaba çekmediler. O derece emindiler ki ezberlerinden…
Yeri geldikçe her fırsatta: “Hacı Bektaşlar, Yunuslar, Mevlânâlar…” diye nutuk atanlar, o okulları kilit altında tutmakta CHP zihniyetiyle müttefik oldular!.. Ama ülkeyi dışarda temsil edecek kuruma “Yunus Emre Enstitüsü” adını verdiler.
O kurumda çalışanların acaba ne kadarı Yunus ontolojisiyle barışıktır, araştırmaya değer?
Resmî, gayr-ı resmî dinî kurum ve topluluklar indinde, dikkat edersek Gazalî- Rabbânî dışında otorite tanınmıyor ve onlara göre yukardaki isimler “heterodoksi” tanımına mahkum edilmişlerdir!!
…
El Evvel, el Âhir, ez Zâhir, el Bâtın, el Hay isimleri Hakk’a âittir, “Nereye dönsek Hakk’ın bir vechi oradadır”, “Allah yerlerin ve göklerin nurudur”; ama Vahdet-i Vücud ontolojisi gayr-ı İslâmîdir!
Şehâdet, İslam’ın ilk şartıdır; ama bunlara göre lafızdan ibâret kalmalıdır!
İman “emin olmaktır”; ama taklitle idare edilmelidir!..
…
Bizi çürüten, anlama krizimizin temelinde yatan sebep bunlar olabilir mi acaba?
…
Arkadaşlar!
Ne Gazalî, ne Rabbânî ülkemizde belli bir Nakşi yorum, o yorumun ürünleri olan ve toplumsal maliyeti aşikar cemaatler dışında hiç bir tasavvuf mektebince benimsenmemektedir!
Osmanlı hepimizin!
İslamcı kardeşlerimizin Osmanlı ile ftihar etmeleriden zerrece rahatsız olmayız. Bilakis bu ortak paydada bir hayat sırrı buluruz; ama Osmanlı’nın özgün kurucu fikrine yabancılaşanların ürettikleri “İslamcılık” da bu perspektifle irdelenmedi. Tarihte hiç olmamış, nevzuhur “İslam devleti” ütopyasını bunlar icad ettiler. Çünkü garip şekilde Osmanlı’yı inşa eden bizim “devlet geleneğimiz”e de yabancılaşmışlardı! Orada da Türk ve Töre kavramları vardı ve arkadaşlarımız bu kavramlara şiddetle alerji duyuyorlardı… Türklüğü soy dâvâsına indirgeyen laiklerle mutabıktılar!..
Sultan Fatih, Yavuz Selim bunlarındı; ama onların ardında duran devâsâ ve tecrübî hikmetin temsilcileri olan Akşemseddin, Sümbül Sinan sapıktı!
Bu otokritik yapılmamıştır.
Yapılması bence, bilhassa şu günlerde toplumumuz adına bir beka meselesidir!
Çok ilginçtir! Hoca Ahmet Yesevî ve Mâturidî’den itibaren 16. yy’a kadar iman bellediğimiz güzergah İslamcı dostlarca dindışı addolunmuş, din önce Birgivî ve takipçisi Kadızadeliler’ce Eş’arî/Şâfî anlayışa, sonra da onlara eklenen Müceddidî yaklaşıma indirgenmiştir. İslam adına hüküm verme, karar alma tekeli artık bunlara âittir…
Şimdi bu arkadaşlarımız Osmanlı ile yatıp Osmanlı ile kalkıyorlar.
Evet Osmanlı iftiharla benimsenmeyi hak eder! Bu bizim anamızın ak sütü gibi helal bir hakkımızdır, mirasımızdır. Ama Osmanlı hayranı dostlar, o hak edişin fikir ve adanış mimarlarını reddediyorlarsa, orada durup bir muhasebe yapmaya mecburdurlar!
Bu ahlakî bir borçtur.
Fikir namusu da, hak duygusu da bunu gerektirir.
Yiğit düştüğü yerden kalkar…
Dr. Sait BAŞER