“İnsan
eşref-i mahlûkattır derdi babam
bu sözün sözler içinde bir yeri vardı”
İsmet Özel
Modern insân anlayışı geleneksel insân anlayışıyla nasıl da tezat içinde. Biri insânın düşüşünü diğeri yükselişini simgelemiyor mu?
Modern insân… Akıl ve bilime yaslanan! Tanrı’ya atfedilen tüm güçleri, kendinde toplayan! Tanrı merkezli toplum yerine akıl merkezli toplumu inşâ eden! Allâh’a sırtını dönerek değerler kapsamını terk eden!
“Gerçekten insân hüsrândadır.”
İbn Rüşd, insânı öteki canlılardan ayırıp onu imtiyazlı konuma yükselten şeyin “nefs-i nâtık” diye bilinen akıl olduğunu söyler.
Aydınlanma dönemi aslında “Akıl Çağı”dır. Akıl düzeni, insâna tahayyül ettiği her şeyi altın tepside sunacaktı. Dünyâda cenneti yaşamaktı bu. Kant’tan mülhem “Kendi aklını kullanma cesaretini göster!’ sloganı, “Açıl susam açıl!” gibi kilitli tüm kapıları ardına kadar açması düşünülen Aydınlanma’nın parolasıdır.
Modern akıl kavramı Descartes, Spinoza ve Leibniz etrafında şekillenir. Akıl, ahsen-i takvîm makamından alır, insânı ekonominin pençesine düşürür.
Hangi insân?
Sadece kendi çıkarını düşünerek iktisadi kararlar veren “homo economicus”! Dipsiz bir kuyu iştahına sahip modern tüketici! Her alanda sınırsız özgür!
“Elbette insân ziyandadır.”
Oysa “İslâm’da insân, ‘akıllı insân/homo sapiens’ ve ‘üreten insân/homo faber’ işlevlerini Allâh’a isyân eden bir mahlûk olarak değil, O’nun kulu sıfatıyla yerine getirir.”
Filozof Taine, çağımızın esas vazîfelerinden birinin insânı tanımak olduğunu söyler.
İnsânın doğası, felsefeyle çözülmesi gereken zor bir metin gibidir
Filmin birinde insânın tanımı uçurtma metaforuyla veriliyordu:
“İnsân çıtalıya benzer aslında.” diyordu kahraman. “Doğar cân kazanır, büyür güç kazanır. Gücünü ikrârından alır, ikrâr verdiği kararlardır. Eğer karârında adaletliyse erdemli olur. Adâletinde kemâli bulursa kâmil olur. İşte o zaman Yunus Emre’nin dediği gibi cânlar cânını bulur. Ölse bile bedeni ölür. Ama o cân sonsuza kadar yaşar.”
Platon’un ferâsetiyle; insânın doğası, anlamının şifresi, felsefeyle çözülmesi gereken zor bir metin gibidir. Sadreddin Konevî, Miftâhu’l-Gayb eserinde henüz yirmilerinde iken, kendisine insânla ilgili bir sırrın açıldığını ifâde eder. Konevî’nin rü’yeti ona şu suâllerin cevâbını vermiştir:
İnsânın hakîkati nedir? Ne gibi bir şeyden varlık bulmaktadır? Neyin içinde varlığa çıkmaktadır? Salt küllî irâde açısından, ondan mutlak mânâda istenen nedir?
Kimdir insân?
Kurân’a göre; Allâh’ın kulu ve yeryüzündeki vekilidir: Abdullah ve halîfetullâh. Yaratılmışların en şereflisi… Ve varlıkların en mükemmeli.
Sürer yeryüzünde insân, kendisi için değil tüm mahlûkat için hüküm sürer. O’nun vekili sıfatıyla… Varlığın düzeninden mesûldür, yaratılmışlar için rahmet vesilesi.
“Tanrı, yaratıklarına insân ile nazar kıldı ve onlara rahmet eyledi.” diyor, insânı derin ve gizemli bir metafizik yaklaşımla ele alan İbn Ârabî.
Konevî, Miftâh adlı eserinde önce insânın aslının başlangıçsız ilâhi bilgi düzeyinde yattığını ve orada dış tezâhür imkânı olarak ortaya çıkarıldığını hatırlatır. Yani “ilâhi bilgi” makamından başlayan bir urûc (yükseliş) ve sülûk (yolculuk)tur onun serüveni.
Kimdir insân?
Evrenin var olma sebebidir
“Gizli bir hazine idim, bilinmeyi sevdim.” diyen Hak Teâlâ, onun için halk etmiştir evreni. Bilinme ve seyredilme arzusuyla insânı yaratıp ona kendi rûhundan üflemiş. Üflemiş ve öğretmiş ona tüm isimleri. Ve sonra emretmiş meleklere: Secde edin insâna!
“Secde fermâ-yı melek, zât-ı mükerremsin sen
Bildiğin gibi değil, cümleden akvemsin sen”
Ah insân! Kimsenin üstlenmeye cesaret edemediği emâneti yüklenen!
“Biz emâneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik; ama onlar bunu üstlenmekten çekindiler ve bundan korktular; onu insân üstlendi.”
Kimdir insân?
Âlemin kopyasıdır
İnsân, hem maddi hem de manevî bir varlık. Rabbin hem kusurlu hem kusursuz senfonisi… Ahenk içindedir âlemle. Kâinat küçültülmüş bir insân değil midir? Makrokosmos. İnsân, kendi içinde kusursuz küçük bir kâinat: mikrokosmos.
Nasr, naklediyor: “İbn Sînâ’ya göre mikrokosmos ile makrokosmosun birbirine tekabül etmesi, aralarında var olan sempati ve uyum sebebiyledir.”
Âlemin kopyasıdır insân. Câmî gibi İslâm âlimleri ve İbn Arabî gibi filozoflar, büyük organik sisteme âlem-i kübra, insâna ise âlem-i sugra demiş miydi? Dememiş miydi William Chittick “Kâinatta bulunan her şey, insânda kuvve hâlinde mevcuttur.” diye. Evet, her ne varsa âlemde, bir numunesi insânda var.
İnsân denen muammayı çözmeye yönelen Mevlânâ, onun dokuz yüz katlı olduğunu, her katında ayrı bir âlemin barındığını zikreder:
“Aziz dost! Sen, tek bir kişi değilsin; sen, bir âlemsin! Sen derin ve çok büyük bir denizsin. Ey insân-ı kâmil! O senin muazzam varlığın, belki dokuz yüz kattır; dibi, kıyısı olmayan bir denizdir. Yüzlerce âlem, o deniz de gark olup gitmiştir!”
Kâinatın özü, kâinatın çekirdeğidir o. Felsefenin temel konusu olarak insânı ve insânın mutluluğunu (tahsilu’s-saada) gören Endülüslü filozof İbn Bacce, insân için “zübde-i âlem” der.
Bakın bunu nasıl da belîğ ifâde ediyor Şeyh Galib;
“Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen
Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen”
Hak, kendi sûretini insânda görür
Sahi kimdir insân?
Aynadır. Yaratıcının esmâ ve sıfatlarına ayna. Rabbin isimleri tecellî eder onda. Cemâl ve kemâlini insânda seyreder Hak Teâlâ.
Berzahtır. Tasavvuf müellifi Chittick diyor ki: “Kâmil insân, Hakk’ın sûreti ile âlemin sûretini bir araya getirir. O Hak ile âlem arasında bir berzah, dikilmiş bir aynadır. Hak kendi sûretini insân aynasında görür ve yaratıklar da kendi sûretlerini onda görürler.”
“Saf kıl âyîneni kâbil-i aks-i süver et”
Kimdir insân?
İki kısımdır: Biri nâkıs, diğeri kâmil…
İlâhi isimlerin eser ve hükümleri, kâmil insânda çıkar açığa, fiilen. Chittick, insân-ı kâmilin her şeyi yerli yerine koyan bilgeliğe (hikmete) sahip olduğunu müjdeler.
Kâmil insânın üç ana yönünü Molla Câmî, yaratılışın prototipi olarak tartışır. Birincisi Allâh’ın ismi için tezâhür yeri; ikincisi yaratılışın gayesi; üçüncüsü Allâh’ın halîfesi olarak kâmil insân.
“Şu kim oldu Hakk’a vâsıl
Ol oldu insân-ı kâmil”
İnsân yeterince biliniyor mu?
Sora gelmiş düşünürler, insân nedir diye… Ve şâirler… Ve ârifler… Ve filozoflar… İnsân yeterince biliniyor mu? Anlaşılıyor mu?
Varoluşçu Jasper’ın da kafasını meşgûl eden soruydu: “Acaba insân, bilinebilecek kadarıyla, her yönüyle anlaşılabilir mi? Yoksa o, bunun dışında bir şey mi(…)?”
Ahdini unutandır. Elest’teki sözünü…
Erzurumlu İbrahim Hakkı, insânın Arapça “ins /beşer” kelimesinden türetildiğini bildirir. İnsânın ahdini unutması sebebiyle “unutmak” mânâsına da gelir. Türkçede “alışmak ve uyum sağlamak” mânâsındaki “ünsiyet”in “üns” mastarıyla da ilişkilendirilir.
Niyâzî-i Mısrî, insânın bilinmezliğinden söz ediyor:
“Devrân odur kim devrini devr-i felek bilmez ola
İnsân odur kim sırrını ins ü melek bilmez ola”
Kimdir insân?
Blais Pascal, bu soruya çarpıcı ve ürpertici bir paradoksla cevap veriyor:
“İnsân, ne müthiş bir canavardır; ne büyük bir yenilik, ne müthiş bir ucûbedir, ne büyük bir kaostur, ne büyük bir çelişkinin öznesidir, ne büyük bir hârikadır, tüm nesnelerin yargıcıdır, bön bir solucandır, doğrunun yöneticisi, bilgisizliğin ve yanılgının lağımıdır. Evrenin şatafâtı ve aynı zamanda pisliğidir.”
Pascal’ın nazarında insân; sonsuzluğa göre bir hiç, hiçe göre her şey, hiçlikle sonsuzluk ortasında ve her ikisini anlamaktan da sonsuz uzaktadır.
İnsânı Aşkın olandan koparan şey
“Yeryüzündeki yüz binlerce yıllık yolculuğu boyunca insân hep geleneksel bir ömür sürmüş, hilkat ve tecellî açısından Allâh’la tabîatla olan ilişkisi hiçbir zamân evrim geçirmemiştir.”
Ta ki modern dünyâyı inşâ eden aydınlanma düşüncesine çarpana kadar. Çarpmıştır insâna, meteor gibi çarpmıştır aydınlanma düşüncesi! Çarpmış ve insânı vahiyden, Aşkın olandan koparmıştır!
Modernizm… Hem felsefesi hem de bilimi Yaratıcıyı unutma ve ilâhî gerçekliğin reddi üzerine kurulu dünyâ düzeni. İnsân, günâh işleyen bir varlık değil suç işleyen canlıdır bu düzende. Ve hukukun kanunları Yaratıcının kanunlarından üstün.
Geleneksel insânın aksine modern insân, tamamen dünyevî bir varlık. Tesâdüfî var olandır, kutsalı inkâr edip bilimin ibâdethânesine kapanan! “Ahlâk”ı gözden düşürüp “etik”e biat edendir. Ve kendisinden başka hiçbir varlığa karşı sorumluluk hissetmeyen!
Hobbes, Machivelli ve Jeremy Bentham gibi modern ahlâk ve siyaset filozofları, bunun alt yapısını oluşturmuş, insânın doğal olarak bencil olduğunu ileri sürmüşlerdir.
Thomas Hobbes, bireyin daima “ben” sevgisiyle, öncelikle kendisini düşünerek hareket ettiğini söyler. Schopenhauer ise, insânı, sürekli bir şeyler isteyen varlık olarak niteler.
Kendisini anlamdan yoksun, “saçma” bir dünyâda gören Albert Camus’la baş kaldırandır, modern insân! Promethe gibi isyân eden, Allâh’a!
“İnsân dünyâya yabancıdır, zavallıdır. En büyük felsefi sorun intihardır.” diyen Camus, hem umutsuzca isyân eder hem de kendisini “mutlu bir Sisifos” olarak görür.
Varlık ve Hiçlik’te “İntihar dünyâda olmanın bir başka yoludur.” diyen Sartre ise ona “Siz kendi başınıza baş kaldıran adam simgesisiniz.” cevâbını vermekten alıkoyamaz kendini.
Freud, akıl çağı çatışmalarının kişilik problemini çözmek için psikanaliz koltuğuna yatırır modern insânı.
“Tanrı ile araya mesâfe koyarsanız orayı başka şeyler doldurur.” diyen varoluşçu Soren Kierkegaard haklıydı. Kutsal olan her şeyle açılmıştır aramız. Araya başka başka şeyler girmiştir.
Schopenhauer modern dünyâyı, estetik olarak ayyaşlarla dolu bir meyhâne, entelektüel olarak tımarhâne, ahlâksal olarak da bir haydut yatağı diye tanımlar.
Yaratılmışların en şereflisi insân, kendini şerefli kılan husûsiyetlerini kaybetmiştir. Çıkar peşinde koşan, bir diğerini, yürüyen para, yolunacak kaz gibi gören dünyevî bir varlıktır. Ve ondan âzamî faydayı nasıl elde edeceğine kafa yoran!
Kulluğu sırtından atan insân, kendisine verilen emânete hıyânet etmiştir.
“Ki gerçekten insân hüsrân içindedir.”
“İnsân, insânın kurdudur.” tanısıyla “kul” olmayı reddederek “kurt” olmayı seçmiştir.
Modern dünyâda insan her şeyi bilen öznedir, kendisi dışındakiler nesne. Bu özne, sınırsız özgürlük adı altında kendisine çizilmiş sınırları ihlâl etti ve haddi aştı.
Evrenin işleyişine ve tabiata müdâhale edip ahengi bozdu. Bitki türleri birer birer yok oldu, hayvan soyları kesildi, sular hayat kaynağı değil illet kaynağı oldu, toprak çatlayıp yarıldı, gök delindi, hava zehirlendi, her türlü maraz arttı.
Öyleyse varım!
Akıl çağının habercisi Descartes, eşyâya kendi varlığının penceresinden bakarak “Düşünüyorum öyleyse varım.” diyerek ilahî bir hayât yaşayan insânı, düşünen varlığa indirgeyip kendisini tabîatın efendisi yahut sahibi îlân etmişti.
Var oluşun yegâne ispatı “düşünme eylemi”, modern dünyâda yeni göstergeler doğurmuştur. Alışveriş yapıyorum, öyleyse varım! Daha çok kazanıyorum, öyleyse varım! Harcıyorum durmaksızın, öyleyse varım! Sağlık için, bakım ve güzellik için bedenime mütemadiyen yatırım yapıyorum, öyleyse varım! Gösteri/ş yapıyorum, öyleyse varım! Marka giyiyorum, öyleyse varım! Çevreyi amansızca kirletiyorum, öyleyse varım!
Ve dijital plâtformda “Görülüyorum, öyleyse varım!”
“Her şeyi ucundan ısırarak tadan” modern ve postmodern insân için dem, bu demdir. Bu dem, eğlence, haz, isrâf ve tüketme demidir. Günün sonunda ondan geriye yorgun bir “çöp” medeniyeti kalmıştır.
Asıl merak edilen nedir? Garaudy’ye selâm olsun.
“Mânevî körlük yüzünden, vâsıtaların bolluğu ve gâyelerin yokluğuyla, gezegen çapında bir intihâra doğru sürüklenmekte olan insân türünün hayâtta kalıp kalmayacağıdır.”
Leyla Yıldız
Kaynakça:
Cevizci, A., Küçükalp, K. (2010). Batı Düşüncesi – Felsefi Temeller, İstanbul: İsam/İslâm Araştırmaları Merkezi.
Chittick, W. (2013). Tasavvuf- Kısa Bir Giriş, (Çev.: Turan Koç), İstanbul: İz Yayınları.
Chittick, W. (2013). Varolmanın Boyutları, İstanbul: İnsan Yayınları, s. 91, 156, 179, 320.
Çabuklu, Y. (2004). Postmodern Toplumda Kriz ve Siyaset, İstanbul: Kanat Yayınları, s.4.
Garaudy, R. (2015). 20. Yüzyılın Biyografisi –Garaudy’nin Felsefi Vasiyeti, İstanbul: Türk Edebiyat Vakfı Yayınları, s. 77, 185.
İbn Arabî, Fütuhat, (OY), II, s. 221-251.
Magee, E. M. (2007). Felsefenin Öyküsü, (Çev.: B. Sina Şener), Ankara: Dost Kitabevi Yayınları, s.172.
Mevlânâ Celaleddin Rûmî. Mesnevi, Cilt 3, (Çeviri: Şefik Can), İstanbul: Ötüken Neşriyat. s. 94.
Nasr, S. H. (1985). İslâm Kozmoloji Öğretilerine Giriş, (Çev.:Nazife Şişman), İstanbul: İnsan Yayınları.
Sadreddin Konevî. (1416). Miftâhu’l-Gayb, (nşr. Muhammed Hâcevî), Tahran, s. 282-83, Bkz. William Chittick, Var Olmanın Boyutları.
Sarıoğlu H. (2011). İbn Rüşt, İstanbul: İsam Yayınları.
Sartre, J.P. (2022). Varlık ve Hiçlik- Fenomenolojik Ontoloji Denemesi, (Çev.: Gaye Çankaya Eksen), İstanbul: İthaki Yayınları
Şimşek, M. E. (2014). Moderniteden Postmoderniteye Uzanan Bir Köprü: Zygmunt Bauman, Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Timur, T. (2005). Felsefi İzlenimler, İstanbul: İmge Kitabevi Yayınları, s. 105.
Uyanık, M., Akyol, A. (2013). İslâm Ahlâk Felsefesi, İstanbul: Elis Yayınları.
Weischedel, W. (2009). Felsefenin Arka Merdiveni, İstanbul: İz yayıncılık.
Yedi Güzel Adam, (2014). TRT