Şehirler eskiden savaş ve talanlarla yıkılır, tahrip edilirdi. Artık şehirleri savaştan daha çok iç göçler ve talanlar tahrip ediyor. Yüz bin, iki yüz bin nüfuslu şehirler, göçlerle bir, iki milyona ulaşmış durumda. Şehrin yerlileri gelen büyük göçler altında ezilmiş, yok olmuş. Şehir köyü değil, köy şehri dönüştürüyor. Daha doğrusu şehirlerimiz köye kurban ediliyor.
Göçmenler ise “köyden indim şehire” sarhoşluğu içinde şehri nasıl fethederim edasında. Yılmaz Güney’in 60’larda, Tatlıses’in 80’lerde İstanbul’a meydan okuduğu gibi meydan okuyorlar! Sen mi büyüksün yoksa biz mi büyüğüz edasındalar! “Biz kenardan gelenler şehirleri fethedeceğiz” diye meydan okuyorlar. “kırroyum ama para bende” diye cıyak cıyak bağırıyorlar! Kanun ve kural tanımıyorlar…
Şehirlerin demografik yapısı göçlerle değişmiş, cahil, kuru insan yığınları şehirleri esir almış. Birey yok olmuş. Aşiret, tarikat, menfeat birlikteliği kamusal alandan dinsel alana, sosyal alandan kültürel alana kadar her yeri kuşatmış. Nizam, intizam, nezaket ve kural hak getire! Şehirlerin bu sancılı durumundan göçmenlerin herhangi bir rahatsızlığı yok! Bilakis şehri talan etmenin zevkini yaşıyorlar.
Calvino’nun o muhteşem eseri “Görünmez Kentler”de vermiş olduğu anekdotta oldukça yerindedir. Şehre giren çoban, koyunlarını otlatmak için yeşil alanları, parkları nasıl mera olarak kullanabilirimin hesabını yapar. Göçle gelen köylüler de yeşil alanları gecekondu nasıl yaparım, AVM’ye nasıl dönüştürürüm, bir tarihi mekânı yıkıp ondan nasıl gelir elde ederim çabasıyla şehre bakarlar. Belediyeler ise oy kaygısıyla kör ve sağırdır! Hatta bu zihniyetle işbirliği ve ortaklık dahi yapıp yeni rant alanları açarlar. Şehirlerin kurban edilmesinde bu işbirliğinin payı büyüktür.
Belediye başkanı yahut meclis üyesi olup da servet sahibi olmayan çok az insan vardır. Belediyeleri ve belediye meclislerini artık şehrin eşrafı değil, kenardan gelen göçmenler oluşturuyor. Şehir bilinci olmayan, şehri tanımayanlar şehri yönetiyor. Belediyelerimizin sorunlara çözüm üretmede aciz kalmasının tek nedeni şehri tanımayanların şehirleri yönetmesidir.
Bir şehri tanımak için bırakın okumak, en az üç kuşak o şehirde yaşamak gerekir. Şehri tanımak demek bir yerden bir yere gidebilmek değil, bir gönülden bir gönüle gitmektir. O şehrin metafiziğini bilmek demektir. Kadim mekânlarını, ruh mimarlarını, tarihini, efsanesini bilmek demektir. Rüyasında şehrin ulularını görmeyenler o şehri sevemez, o şehri yönetemez! O şehri anlayamaz da…
Belediyelerin planı yok, planlaması yok, şehir kültürü yok! Ayrıca bu konuda fikir üretecek, tartışacak, danışacak ortak aklı bulacak ferasetleri dahi yok. Bu yüzden şehirler birbirinden proje çalıyor. Oysa şehirler farklıdır. Her birinin kendine has renkleri, kokuları, yüzleri vardır.
Bir belediye başkanı seçildiğinin ilk ayından itibaren bütün her şeyi bilir(!) En büyük mimar, mühendis, şehir tarihçisi, plancı, programcısı kendisidir. Dini bilir, felsefeyi bilir, arkeolojiyi bilir. Konuştuğu zaman iyi bir vaiz, nutuk çektiği zaman iyi hatip ve liderdir(!)
60 70 yıldır Türkiye iç göçlerle karşı karşıya. İstanbul göçler karşısında kurban edilmiş şehirlerimizin başında gelir. Şehri tekrar eski haline ya büyük bir deprem, ya büyük bir felaket ancak getirebilir. Şehirden çaldığınızı şehir tekrar geri alır. Hem de acı bir intikamla!
İstanbul’un göçle değişimini durdurmak yerine Yeşilçam filmlerine malzeme edilmesi daha kolaydı. Göçü konu alan onlarca film yapıldı. Gecekondu filmlere konu oldu. Usta yönetmen Lütfi Akad’ın göç üçlemesi Gelin, Düğün ve Diyet filmleri göçün sosyolojini, psikolojisini işledi. Ama bu filmleri izleyenler idarecilerden acaba kaçı ibret almıştır? Eğer ibret almış olsaydılar İstanbul bu hale gelir miydi? Kadim taşra şehirlerimiz kimliklerini yitirir miydi? Hiçbir belediyenin bu göçler karşında bir planı, bir iskân politikası olduğunu zannetmiyorum. Nüfus ve demografik yapı konusunda en ufak bir düşünceleri dahi olmamıştır.
Osmanlının iskan politikasından azıcık bilgileri olmuş olsaydı hem Suriye göçünü, hem de iç göçleri daha bilinçli ve planlı yapabilir, bugün yaşadığımız sıkıntıları en aza indirgeyebilirlerdi.
Bildiğiniz gibi Roma’yı göçler yıkmıştır. Göçler şehirleri bazen olumlu, bazen olumsuz yönde değiştirip dönüştürmüştür. Türkiye’de kırsaldan/köyden göçler, şehirlere doğru olduğundan, olumlu bir değişim ve dönüşümden bahsetmek mümkün değildir. Köyler boşalıyor şehirler doluyor. Cahillik ve köylülük şehirleri esir almış durumda! Cehalet ve köylülüğe doğru tam gaz gidiyoruz. Yani tersinden bir değişim ve dönüşüm yaşıyoruz. Bu yüzden Türkiye’nin geleceği medeniliğe değil, kabalığa mahkûmdur; büyük suçlara, cinayetlere, fuhuşa ve boşanmalara gebedir! Peki, bütün bunların sorumlusu kimdir? Bana sorarsanız son 50, 60 yıldır kitleler halinde gelen göçü görmeyen, buna çözüm aramayan hükümetler, belediyeler, sivil toplum örgütleri…
Bir insanın öldürülmesini suç gören hukuk, neden bir şehrin kurban edilişini suç görmez!
Şehirlerin rant uğruna peşkeş çekilmesi karşısında hukuk neden işletilmez? Bir köpeğin öldürülmesine kıyameti kopartan sivil toplum örgütleri bir tarihi mekân yıkılırken neden sesini çıkarmaz? Şehirler insandır deyip şehirleri katlediyoruz. Farabi’nin erdemli şehirlerini okuyup asabiyetçi şehirler yaratmak acaba nasıl bir şey? Farabi bir müslümanda bulunması gereken hasletleri şehirlerde de arar… Demokrasi diyoruz feodaliteden medet umuyoruz.
Evimizin tapusunu teslim edemeyeceğimiz adamlara şehrin idaresini/tasarrufunu verebilir miyiz?
Ecdat belediye başkanlarına şehremini demiş. Yani şehrin en emin kişisi. Bizim de şehreminileri bulmamız gerekir. Ancak o zaman şehirlerimiz, şehirliliğini koruyabilir. Ancak o zaman erdemleri şehirlerden bahsedebiliriz…
Mehmet KURTOĞLU