Kapılı şehirler mâhremiyetli şehirlerdir. Kapılar kadim şehirlerin güvenliği sağladığı kadar, yönlerini[1], inançlarını hatta mahremiyetlerini belirler. Kadim şehirlerde kapılar bazen bir tanrı veya tanrıça adına, bazen bir kral veya kraliçe ardına yapılır.[2] Bazen şehrin surlarında gedik açan bir komutan, açtığı o gedikten şehre girdiği için fetih işareti olarak orasını kapıya dönüştürür, fethin işareti olarak adını o kapıya verir. Bazen unutulmuş bir taşra şehrine devrin büyük bir hükümdarı girer, hükümdarın girdiği kapının adı o günün anısına ve kralın onuruna istinaden değiştirilir.[3]
Antik ve Ortaçağ’da kalesi, surları, burçlarıyla şehir, düz bir ovaya kurulmuşsa dört yöne açılan dört kapısı, bir dağın yamağınca kurulmuşsa kuzey güney veya doğu batı tarafında kapıları vardır. Sarp bir dağın tepesine kurulmuşsa orası bir Şatodur. Şehir bir dağın yamacına kurulmuşsa eğer en yüksek noktasında kale olmak üzere dört bir yanı surlarla çevrili, burçları, açık ve gizli dört yöne açılan kapıları göze çarpar. Kadim şehirler hemen hemen birbirine benzer çünkü hepsi aynı düşünce ve kaygılardan hareketle inşa edilmiştir. Kadim zamanlarda suru, burcu ve kapısı olmayan şehir yok gibidir. Kadim zamanlarda güzel ve yaratıcı şehirlere tanrıça veya kadın ismi verilir. Çünkü şehirler de kadınlar gibi mahrem görülür, surları ve kapılarıyla kem gözlerden sakınılır. Zira bazı kadınlara âşık olmamak elde olmadığı gibi bazı şehirlere de âşık olmamak elde değildir.
Kadim dönemlerde şehri bir ev gibi düşünüp öyle kurmuşlardır. Ev mahrem olduğu gibi şehirde mahremdir. Hatta bu şehirlere baktığımızda evlerin şehirlere, şehirlerin evlere benzediğini görürüz. Evin geniş bir avlusu yüksek ihata duvarlarıyla çevrilidir. Aynı şekilde evin duvarı gibi şehrin hisarı vardır ve bu hisar şehri dışarıdan gelecek düşman baskınlarından korur. Evin çoğunlukla bir olmak üzere bazen iki yöne açılan kapısı olduğu gibi şehirlerin de bazen dört, bazen iki veya üç yöne açılan kapıları vardır. Evin avlu duvarları şehrin surları gibidir. Evin iki katlı odası şehrin kalesine benzer. Şehrin kalesi evin çardağına… Çoğunlukla kaleler saray olarak da kullanılmıştır. Hamamı, kütüphanesi, odaları, kuyusu, zindanıyla kaleler küçük bir ev veya küçük bir şehir gibidir. Evlerin de mutfağı, kütüphanesi, mahzeni, kuyusu vardır. Evin avlusunda havuz, kuyu, ağaçlar ve kuş takaları bulunur. Tıpkı şehrin ortasında görkemli çeşmeler, ağaçlar ve belli mekânlarda yemlenen güvercinler gibi…
Evin kapısından içeri girdiğinizde de güven ve huzurda olduğunuz gibi kadim bir şehrin kapısından içeri girdiğinizde de artık güvendesiniz demektir. Ev ve şehir arasındaki bu ilişkiyi güven ve mahremiyeti simgeleyen kapılar üzerinden okumak daha doğru olacaktır. Geçmişi on üç bin yıl geriye giden bir kadim şehirde doğmuş biri olarak, kapıların bende uyandırdığı çağrışımlara değinmeden geçemeyeceğim. Bir defa kapı demek benim için şehir demektir. Çünkü doğup yaşadığım şehrin, dört yöne açılan üç büyük ve dört küçük kapısı olmak üzere yedi kapısı vardı. Şehri hâkimiyeti altına alan devlet ve medeniyetler tarafından zaman içinde kapıların isimleri değişmiş ama yerleri ve anlamları hiçbir zaman değişmemiştir. İlginçtir binlerce yıl içinde şehir dahi ne bir metre ileri, ne bir metre geriye gitmiş. Sur içindeki şehir binlerce yıldır kurulduğu yerde çakılı kalmış. Bu bağlamda benim doğduğum şehir kadar değişime direnen başka bir şehir yoktur sanırım. Bu yüzden sur içinde çakılı kalmış, modernizm gelip kapısına dayanmasına rağmen direnmiş, teslim olmamış ama ne yazık ki diz çökmek zorunda kalmıştır. Bu durum onu modernizm ile gelenek arasında bocalayan bir şehre dönüştürmüştür. Bu yüzden sancılı, bu yüzden sıkıntılı, bu yüzden mahzun…
Şehrin kapılarının benim gönül dünyamda bambaşka bir yeri vardır. Şehrin üç büyük kapısı üç büyük sırla tılsımlanmıştır. Her tılsımın bir sırlısı vardır. Her sırlı bir büyük kapının bekçisidir. Her kapı bir büyük tarikata açılır. Harran Kapısı Nakşi Şeyhi Müslüm Efendi’yle, Bey Kapısı Halveti Şeyhi Ramazan Şani ile ve Samsat Kapısı Kadiri Şeyhi Şeyh Ahmet el Hamadani hazretleriyle özdeşleşmiştir. Her kapı bir tarikatı, her tarikat bir türbeyi işaret eder. Kadim şehirlerin kapıları adlarıyla müsemmadır çünkü. Doğduğum mahalle Harran Kapı, çocukluğumun geçtiği mahalle Bey Kapısı ve ölülerimizin gömüldüğü yer Samsat Kapı… Bu üç kapıya aynı zamanda şehrin en büyük mezarlıklarından geçerek girilir. Bilindiği gibi kadim şehirlerin mezarları şehrin giriş ve çıkış kapılarında yer alır. Ve şehrin üç büyük mezarlığı üç büyük kapının ismiyle müsemmadır. Bir şehrin senin şehrin olabilmesi için o şehirde mezarlığının olması gerekir. Toprakla bütünleşmeyen geçmişin şehirle bütünleşemez. Biz şehirlerimizi toprağına gömüldüğümüz, toprağıyla bütünleştiğimiz için seviyoruz. Kızılderilerin yaşamış olduğu trajediyi anlatan “Kalbimi Vatanıma Gömün” kitabının içeriğinden daha çok, ismi her zaman ilgimi çekmiştir. Kitabın adı zaten her şeyi anlatıyor. Kalbimi vatanıma gömün! Yüreği doğduğu topraklara gömülmeyen insanın, geleceği o şehirde olmaz. Bir şehirle ezeli bağınız ancak o şehirdeki mezarınızla başlar. Bir şehre gömüldüğünüzde ancak atiniz olabilir.
Harran Kapı aynı zamanda doğduğum mahallenin adıdır. Kapının girişinde sağ ve sol ayakları üstünde Selçukluları sembolize eden aslan kabartması vardır. Kapının kemerinde ise kufi harflerle yazılmış bir kitabe yer alır. Kapının binlerce yıldır ayakta kalmasındaki sırrı hep bu aslan kabartmasına bağlamışımdır. Yalnızca Harran Kapısında değil, şehrin iç ve dış kapılarının birçoğunda aslan kabartması mevcuttur. Örneğin Aslanlı Han diye büyük bir hanı varmış geçmiş yüzyılda. Sanki kapı ile aslan arasında derin ve güçlü bir bağ varmış gibi geliyor bana. Veya şehri inşa edenler aslan kabartmalarını kapının en yüksek ve en görkemli yerine işleyerek düşmana korku salmak istiyorlar. Harran Kapı dimdik ayakta duruşuyla bir aslan gibi güçlü, bir aslan gibi savaşçı, bir aslan gibi krallığını gösteriyor sanki. Bey Kapı daha bir görkemli! Ayakta kalan koca burcuyla kadim zamanlardan gelen refleksini gösterir gibi halen gözetleme yapıyor, halen şehrin koruyucusu olduğuna inanıyor. Bu kapının iki yanındaki burçtan biri yıkılmış diğeri ayakta. Tıpkı şehrin bir yanının ayakta diğer yanının virane olması gibi…
Şehri çevreleyen surların kalıntısı bir insanın göbek hizasını geçmiyor. Devasa koruyucu surlar bu haliyle modern insan önünde eğilmiş gibi. Samsat Kapı ise artık Atatürk Barajı gölünün içinde kaybolup gitmiş bir şehrin adını yaşatmaktan başka bir işe yaramıyor. Samsat şehrinin Fırat’ın derin sularında kaybolup yittiği gibi Samsat Kapı da yitip gitmiş, bir tek adı kalmış geriye. Hatta adıyla anılan Samsat Kapı Mezarlığı İran’dan gelen bir ve zamanının kutbu olan Bediüzzaman Şeyh Ahmed el Hamadani adıyla anılıyor: “Bedüzzaman Mezarlığı”. Bu mezarlığın ruhaniyeti oldukça güçlü. Mezarlıkta devrin Bediüzzamanı Şeyh Ahmet el Hamadani ile şapka devriminden dolayı yirmi iki yaşında idam edilen Ankaralı Şehit İbrahim Ethem yatmakta. Bugün ayakta olmayan kapıdan girip çıkanların bu büyük zatları selamlayarak yollarına devam etmeleri dahi onların ruhaniyetlerinden kaynaklanmaktadır. Samsat Kapısının iki tane sırlısı olur da diğer kapıların sırlıları olmaz mı? Harran Kapının sırlısı Şeyh Müslüm Hazretleridir. Yakın tarihte yaşamış keramet sahibi bir Nakşi şeyhi. Üstat Bediüzzaman Urfa’ya gelmeden ve burada vefat etmeden önce onun kabrini hazırlamış büyük zat. Harran Kapı mezarlığında şehrin manevi koruyucusu. Sonra Bey Kapısı Mezarlığı. Bugün yerinde yeller esen bu mezarlıktan geriye bir türbe kalmış. Bu türbe de ise Şair Şeyh Ramazan Şani yatıyor. Koca mezarlığı ortadan kaldıranlar, Şeyh Ramazan Şani’nin kabrini de kaldırmak istiyorlar fakat güçleri yetmiyor. Koca bir mezarlık buharlaşıyor ama Şeyh Ramazan Şani’nin kabri halen ayakta ve halen şehrin koruyucusu…
Şehrin üç büyük kapı olur da başka kapısı olmaz mı? Dört yöne açılan, dört küçük kapısı daha vardır şehrin. Şehir yedi rakamında tılsımlanmıştır çünkü. Üçü büyük, dördü küçük yedi kapılı şehir. Şehrin bu küçük kapıları da tıpkı büyük kapıları gibi anlamlıdır. Onların sırlandığı, işaret ettiği şeyler ise bambaşka. Kutsal sularıyla kült bir şehirdir Ruha. Yunanlılar Kaleriu, yani “coşkun ırmaklar şehri”, Mekedonlar Edessa, yani “suyu bol şehir” demiş. Çeşmelerinden kaynayan sularıyla, toprağından fışkıran kaplıcalarıyla Eyüp peygambere şifa vermiş bir şehir. Yine tanrıçalara adanmış sularıyla bereketi sembolize eden gölleriyle şöhret bulmuş bir şehir! Böylesine suyu bol olan bir şehrin kapısının adı “su” olmayacak da ne olacak? Araplar, Kale ile göl arasında kalan küçük kapıya “Babül Ma” demişler. Yani “su Kapısı”. Ateş tapınağı olan kalesi, su tapınağı olan Balıklıgöl’ü ile şehirde ateş ve su tarih boyunca savaşmış. Nemrut ateşi, İbrahim suyu temsil etmiş. “Ateşi bastıran su”yla kutsal bir gölde özetlenmiş şehir.
Bir sütunu Damlacık Dağı’nın eteklerinde, diğer sütunun Ayn-Züleyha gölü kenarında olan kemerli kapının dibinde ise Hikmet Şairi Nâbî’nin şeyhi Yakup Kalfa yatmaktadır. Balıklıgöl’ün doğusunda bir ayağı gölde diğer ayağı şehrin surları üstünde Şair Sakıb Kapısı. Rivayete göre aynı zamanda bir Kadiri Şeyhi olan Şair Sakıp Efendi, köşküne gidip gelirken kolaylık olsun diye bu kapıyı açmıştır. Bir şehir düşünün kapılarını şeyhler ve şairler beklemektedir. Şehrin batı tarafındaki kapısının adı su, Güney tarafındaki kapısının adı güneş yani ateş kapısı. Zaten şehir ateş ile su üstüne tılsımlanmış, ateş ve suyun mücadele ettiği İbrahim-Nemrut efsanesinden doğmuştur. Dolaylı olarak su kapısı ilhamını İbrahim Peygamber’den, güneş yani ateş kapısı adını Nemrut’tan alır. Şehrin dört küçük kapısından biri de doğudaki Saray Kapısıdır. Saray Kapısı şehri ikiye bölen bir derenin üstüne yapılmıştır. Süryanice sıçrayan, taşan anlamına gelen dere, şehrin surlarının dibinden yazları nazlı nazlı, kışları deli dolu taşarak akmıştır. Bu dere dahi İbrahim’den ilham almıştır. Çünkü önceleri şehrin içinden geçen derenin kenarında şehrin ahalisi eğlenirmiş. Öyle ki günaha batan şehri Daysan nehri azgın sularıyla yıkarmış. Bir nevi şehrin günahlarını temizlermiş Daysan Nehri. Şehir bu derenin taşması sonucu yedi defa sel afetiyle yıkılmıştır. IV. yüzyılda Süryani bir papaz Daysan Nehri’nin taşmasından dolayı şehri sel götürdüğünü ve bunun da insanların günahları yüzünden başlarına geldiğini belirtir. Hıristiyanlık döneminde İsa’ya iman eden Daysan Nehri[4], bu defa içindeki günahkâr Hıristiyanları suyuyla vaftiz etmiştir. Tıpkı İbrahim’in Nemrut’un ateşini su ile bastırması gibi…
Şehrin dördüncü küçük kapısı sırlı olduğu için ne adı, ne de yeri bilinmemektedir. Ama ben bu sırlı gizli kapıyı keşfettiğimden dolayı burada açıklayarak, yüzlerce yıllık sırrı aşikâr etmek istiyorum. Çünkü bu dördüncü küçük kapı, fakat büyükleri dâhil ederek söylersek yedinci kapı, şehrin surlarının dışında, yine Hıristiyan mezarlığı içinde Mancı’nın deresinin yukarısında bulunan şair ve ermiş Aziz Afraim kilisesinin hemen altında bulunan kapıdır. Bugün hem mezarlıklar hem de Aziz Afraim’in kabri yok edilmiştir. 1950’lere kadar ayakta duran bu kilisenin zemininde Urfa kalesine giden gizli bir kapı ve bu kapının açıldığı uzun bir dehliz vardır. Bu dehliz şehir muhasara altında olduğunda kaleyle irtibatı sağlayan bir geçittir. Bu geçidin kapısının adı konulmamıştır. Şehrin yedinci kapısı olarak bunun adının Aziz Afraim kapısı olması muhtemeldir. Çünkü Aziz Afraim, Hz. İsa’ya iman etmiş ve Hıristiyanlık dünyasında imanı ve takvasıyla II. Mesih olarak ün yapmış büyük bir azizdir. O da şehrin başka bir koruyucudur. Bu bağlamda şehrin yedi kapısının yedi sırlısı vardır. Ve dünyada hiçbir şehir, çocukluğumun geçtiği bu şehir kadar kapılarına anlam yüklememiştir. Ve dünyanın hiçbir şehri inancı bu denli içselleştirmemiştir.
Yedi kapılı şehrin altı kapısından geçmiş, yedinci kapsının izini sürmüş biri olarak, bu şehrin sekizinci kapısının da olduğunu düşünüyorum. İç kapılarını bir tarafa bırakırsak, şehrin sekizinci kapısının da Rivayete göre Nemrut’un kibirle çıkıp indiği, fakat bu kapıya geldiğinde boyunun uzunluğundan dolayı eğilerek geçtiği Kale Kapısıdır. Sekizinci Kale Kapısı aynı zamanda cennetin sekizinci kapısı gibidir. Kaleye çıkarken bu kapıdan geçmek zorundasınız. Bu kapıdan geçip ateş ve suyu sembolize eden iki koca dikme arasında durup şehre kuşbakışı baktığınızda, kadim bir şehirden öte bir yeryüzü cenneti görürsünüz. Bu yeryüzü cennetini andıran kadim ve mistik şehrin adı Urfa’dır. Sıfatı ise İslam’ın Anadolu’ya açılan kapısı! Yedi Kapılı bu şehir, sekizinci kapısında ateşe atılmış İbrahim’in mucizesiyle su ile tılsımlanmış, Daysan nehri ile vaftiz edilmiştir. Geçmiş yüzyıllarda güney kapısına asılan İsa’nın mendili ise yüzyıllarca şehri korumuştur. Daha sonra Batı Kapısından giren İslam orduları komutanı ve Urfa fatihi İyad bin Ganem’in mektubu şehri İslamlaştırmıştır. Kadim şehrin kadim kapılarından geçmek her insana nasip olmaz. Hangi kadim şehrin kapısından geçerseniz geçiniz mutlaka o kapının bir sırlısı olduğunu unutmayınız.
Mehmet KURTOĞLU
[1] Diyarbakır’ın kapılarının adı Urfa Kapı, Mardin Kapı, Dağ Kapı… Bu isimler aynı zamanda yönleri de işaret eder.
[2] Paganist dönemde şehrin kapıları ateş, su, toprak ve rüzgâr tanrıları adına yapılırmış.
[3] Benim doğduğum şehirde IV. Murat Kapısı vardı. IV. Murat bu kapıdan girmiş diye kapının adı onun anısına değiştirilmiş. Kapılar bazen sanat ve sanatçı adıyla da anılır. Örneğin zengin ve hayırsever bir şair olan Sakıp Efendi’nin adıyla anılan bir kapı vardır. Yine Roma döneminde şehrin kapılarından birinin adı Tiyatro kapısıdır. Kapılara tanrı, kral, sanat ve sanatçı adı verilmesi oldukça anlamlıdır. Kapıya verilen isim aynı zamanda kapının değerini gösterir.
[4] Kainattaki cansız varlıkların dahi Allah’a iman ettiğini Kur’an bizzat yazmıştır. Daysan nehri imanı gereği günahkârlarla savaşmıştır.