Felsefe, sanatların en yükseğidir.
Eflâtun
Yunan filozoflarının en eskisi olarak kabul edilen Thales, yıldızları gözlemler ve yukarıya bakarken bir kuyuya düşer, nüktedan ve zeki bir Trakyalı kadın, onunla şöyle alay eder: “Gökte ne olduğunu anlamak istedi ama önünde ve ayaklarının altındaki şey, onun için gizli kaldı.”
Ne arıyordu Thales gökyüzünde? Neyi merak ediyordu? Onu buna iten güç neydi? Yerde bulamayıp gökte aradığı…
Macit Gökberk, bugün bildiğimiz manadaki felsefeyi ilk ortaya atanın eski Yunanlılar olduğunu yazar. Eski bir gelenek, felsefenin Anadolu’da bulunan Grek ticaret kenti Milet’te doğan ve akıllı bir adam olan Thales ile başladığını belirtir. Thales’in milattan önce altıncı yüzyılda yaşadığı ve felsefe yapan ilk insan olduğu söylenir. Aristoteles, Thales’ten çok önce “tanrıların babası ve anası” dediği Homeros’a dikkati çeker.
Peki, nedir felsefe?
Felsefe varoluşsal bir çabadır
Felsefe, bir takım gizli hikmetlerle dolu olduğu görüntüsü veren, bazı ağırbaşlı ve saygıdeğer insanlarca dile getirilen gizemli kavramlarla bezenmiş, adeta çözülmemek üzere hazırlanmış bir bilmece değildir.
Varoluşsal bilincin derinleşmesini, ilgilerin genişlemesini sağlayan kişisel, varoluşsal bir çabadır felsefe. İnsan varlığının derinliğinde ortaya çıkan, üstün, kavrayıcı bir görüş sağlama eylemi.
Kınalızâde, ünlü Ahlâk’ında şöyle bir tanımlama yapar: “Hikmet, mevcûdâtı hâriciye nefs’ül emirde ne halde ise ol hâl üzere bilmektir.” Yani hikmet, dış varlıklar kendiliklerinde neyse onları öylece bilmektir.
Felsefe, ilâhi ve insâni şeylerin, olmakta olan varlık bilgisi, erdemin düşünen gayreti, ilâhi olana benzeme ve nihayet kaplayıcı yönü ile bütün ilimlerin ilmi, sanatların sanatı, tek bir sahaya yönelmiş tek ilimdir.
Dünya karşısında alınan belli bir tavrın, derinleşen bir varlık bilincinin kavramlara ve düşüncelere bürünen düşüncesel ilişkilerinin bir ifadesidir felsefe. Bakıp görülen, somut ve apaçık görünen şeyleri temellendirmeye çalışır. Hayatın mânâsının peşine düşer felsefe. Sürekli sorgular. Görünenin ardındakini arar. Keşfe çıkar. Örtüleri kaldırır. Gerçeğe varmak ister. Yol açar.
Felsefe bilgeliğe varmak için sevgiye dayanan çabadır
Felsefe, evrensel bilimdir. İnsan ve toplumla ilgili disiplinler içinde en “evrensel” boyutlu düşünce tarzı olarak bilinir. Evren ve yaşam üstüne az ya da çok düşünülmüş genel anlayıştır. Felsefe, insanın düşüncesi ve toplumu da dâhil olmak üzere, evrenin tüm olgularının temeli olan yasaların bilimidir.
Yunanca “bilgelik sevgisi” ya da hikmet arayışı anlamına gelen philosophia sözcüğüyle ifade edilen bir disiplindir felsefe; bilgeliğe, bilge olmaya, kişisel bilgeliğe varmak için sevgiye dayanan bir çaba.
Filo-sofia deyiminde iki kelime var: Birincisi olan filo sözü “sevgi” anlamına gelir; ilkçağ felsefe dilinde filo sözü, seviyorum, dostluk gösteriyorum, demektir. Sofia kelimesi de, bilgelik, hikmet mânâsındadır.
Filozof deyiminin orijinali olan filo-sofos tabirindeki filo sevgi mânâsına geldiği gibi “seven’’ anlamına da gelir. Sofos kelimesi de hikmet (bilgelik) sahibi demektir. Şu halde filo-sofos’un mânâsı “hikmeti seven”dir. Bu kelime, ilk çağ felsefesinden çeşitli dünya dillerine ve Arapçaya, oradan da Türkçeye geçer. Avrupa’da filozof, fakat Arapça ve Türkçe’ de feylesof olarak farklı şekilde telaffuz edilir.
Felsefe kelimesinin, filo-sofia deyiminden kaynaklandığını İslam filozofları da ufak tefek hatalarla zikrederler. İlk İslâm filozoflarından sayılan El-Kindî (öl. m. 873- ?) şöyle der: “Felsefe (kelimesi)…bu ismin etimolojisi bakımından, hubb el-hikme (hikmet sevgisi)dir. Çünkü feylesof sözü muhibb (seven) mânâsındaki fila (!) ve bir de hikmet mânâsındaki sufa (!) kelimesinden terkib edilmiştir.
Filo-sofia (felsefe) kelimesi, Pitagoras’ın icadıdır. Ona göre hiç kimse sofia sahibi yani hikmet sahibi olamaz; çünkü sofia (hikmet) ancak Tanrıların inhisarındadır.
Filo-sofia unvanını alanlardan daha önceleri yetişenlere sofos yani bilge denilir. Sofos adı verilen kimseler, bütün bilgileri kuşatan (her şeyi bilen) kimseler olarak görülür. Fakat zaman gelir ki bunun mümkün olamayacağı anlaşılır ve onun yerine, daha az iddialı bir unvan olan filo-sofos (hikmeti seven) deyimi kullanılmaya başlanır.
İlk çağ filozoflarına dair eseriyle meşhur olan, klasik fikir tarihçisi D. Laertius’a göre Thales (624-546) adındaki düşünür, evvela sofos unvanını taşır. “Platon’a göre de ilk defa sofos (hikmet sahibi) adını taşıyan kimse Thales’dir.
Felsefenin temel sorunları antikçağ Yunan düşünürlerince ortaya atılır. Bu yüzdendir ki Engels: “Antikçağ Yunan felsefesi, kendisinden sonraki bütün felsefe akımlarının tohumlarını içerir.” der.
Antikçağda felsefe, genel karakteriyle bir törebilim niteliğindedir. Sokrates’e göre felsefe, neleri bilmediğim bilmektir. Doğa biliminin yardımından ve denetiminden yoksun felsefe, ister istemez bir düşünsel çalışma olacaktır. Platon, onu doğruyu bulma yolunda düşünsel çalışma olarak tanımlar. Aristoteles’e göre ise ilkeler ya da ilk nedenler bilimi.
Felsefe yolda olmaktır
Philosophia, durup dinlenmeden bilgiyi, doğruyu arama işidir. Doğrudur, hakikattir. Doğruya varmak ister, uğraşır; elindekileri bu amacı bakımından boyuna ayıklar, eleştirici bir süzgeçten geçirir. Bilgiyi sevmedir, özleyişle yoluna düşmedir, onu elde etmek için uğraştır. Savaştır. Çırpınıştır. Aşktır philosophia… Hakikate düzenlenen seferdir. El-Kindî, “İnsan sanatları içinde en değerlisi felsefedir. Çünkü o hakikati elde etmeye giden yolları gösterir.”der.
Bu nedenle Jaspers: “Felsefe yolda olmaktır.” der. Yolda olmak, insanın zaman içindeki; kaderi, kendine tatmin imkânı, yüksek anlarda da bir kemâli gizler. Bu asla, bilmiş olmanda, cümle ve bilgilerde değil, bizzat varlığa açılan insânın tarihi gerçekleşmesindedir. Her seferinde bir insânın bahis konusu olduğu durumda gerçeği kazanabilme, felsefenin mânâsıdır. Felsefe aşmaktır.
Felsefe en iyi olanın araştırılmasıdır
Selâhattin Hilâv’a göre; felsefî düşünce, özgür düşüncedir; evrene ve var olan her şeye karşı kendisini koymuş olan insanın; nesneye karşı öznenin, topluma karşı ferdin akla dayanan araştırıcı düşüncesidir.
Hilâv şöyle der: “Felsefe, sürekli bir hayır deyiş aracılığı ile “evet”i bulmaya çalışmak çabasıdır. Evet bulunduğu zaman, onu da irdeleyip aşmaya çalışmak; yani yeniden hayır demek çabasıdır. Felsefe sürekli bir olumsuzlama, olumlama ve yeniden olumsuzlamadır; insan düşüncesinin; nesnesini ve kendini sürekli olarak evirip çevirmesi; düşünmesi, eleştirmesi, irdelemesi ve kendisinden uzaklaşmışlığının bilincine vararak yeniden kendine dönmesi; kendini bilinçli kılmasıdır. Başka bir açıdan felsefe, hayâtta elle tutulur halde gerçekleşmemiş olanın, düşüncede gerçekleştirilmesidir; bilgi bakımından en doğru olanın, ahlâk bakımından en iyi olanın, hayât bakımından en anlamlı hayâtın, estetik bakımından en güzel olanın araştırılması ve ortaya konması çabasıdır.
Hilâv’a göre; felsefe, ideal bir dünyanın, iyi ve güzel yaşamanın nasıl olması gerektiğini açıklar, ama bunu hayâtın kendisinde yani somut olarak gerçekleştiremez; iyi, güzel ve adaletli hakkında bize ancak bilinç verir; bir özlem ve arayıp gerçekleştirme ihtiyacı duyurur.
Felsefe varlığın ne olduğu sorusuna cevap arar
Egzistansiyalist Karl Jaspers’e göre felsefe, mahiyeti itibariyle metafiziktir. Varlığın ne olduğu sorusuna cevap arar. Rasyonel bir ontolojiyi reddeder, fakat tutumu, ontolojik bir metafiziktir.
Jaspers “Varlığın herkesin bildiği bir şey olduğunu sanmak, delilik olurdu.”der ve şöyle devam eder: “Varlıktan üçlü bir mânâda bahsedebiliriz. Önce varlığı, varoluş olarak buluruz. Sonra kökte, şeylerin varlığından farklı ve egzistansın işaretini taşıyan kendisi için olanı tanırız. Nihayet ne varoluştan, ne de ben’den hareket ederek kavranması mümkün olana, kendi başına var olana, transandas’a erişiriz. Bu üç varlık şekli, içinde bulunduğum varlığın üç kutbudur. Onun için felsefe aşmak (trabsandieren)tır.
Fichte’ye göre felsefe yapmak varlığın hiç bir şey olmadığını ve görevin her şey olduğunu bilmektir; bu bakımdan da ben’in bilgisidir.
Schopenhauer’e göre felsefe deneysel bir metafiziktir, varlığın temelinin irâde olduğu deneye dayanarak anlaşılır.
Yeniçağ Alman felsefesinin ilk büyük düşünürü ve bu çağın dahi matematikçilerden biri olan Leibniz için felsefe, bilginin tümünü kapsayan, evrenin rationel (rasyonel, akılcı ) yasalılığını rationel bilgide dile getiren bir metafiziktir. Ancak bu, metafizik Leibniz’te bilimsel araştırmadan önce gelen, bu araştırmadan büsbütün ayrı olan bir düşünme olmayıp, bilimsel araştırma ile sıkı işbirliği yaparak gelişen bir “ varsayım” (hypothesis)dir. Böyle anlaşılan bir felsefe, bilimin sonuçlarını bir bütün halinde toplamağı, bunların temellerini anlamayı sağlar. Ama Leibniz’in felsefesi, her şeyden önce mantık ve matematik ile içten bir bağlantı halindedir.
Felsefe, evreni, insanın evren içindeki konumunu da sorgular. Camus’ye göre “Evren uyumsuzdur ve bilinemez.” William James’e göre “İnsanın evrendeki durumu kedinin kitaplıktaki durumu gibidir, görür ve duyar ama hiç bir şey anlayamaz”, Heidegger’e göre “Dünya ancak içinde insan var oldukça vardır, içinde insan yoksa dünya da yoktur.
Jaspers, “İnsan mikrokosmos’tur” der. Jaspers bununla hem insanın evrene benzerliğini hem de insanın evrendeki değerini ifade eder. Evet, felsefenin gözü ile insan, bir mikro kosmostur, kozmosun bütün katmanları onda yinelenir ve yansıması bulur. Nitekim Augustın’e göre o, taş ve toprakla aynı fizik yapıya sahiptir, bitkilerle organik yaşamı paylaşır, daha ileri bir aşamada hayvanlarla birlikte ruhsal bir yaşama sahiptir. Fakat tinsel (manevî) yaşamda yalnızca meleklerle birlikte olur.
Felsefe Tanrı’yı bilmektir
Ortaçağda felsefe, genel karakteriyle bir tanrıbilim niteliğindedir. Augnstinus’a göre felsefe, Tanrı’yı bilmektir, gerçek felsefeyle gerçek din özdeştirler. Tertullianus’a göre felsefe yapmak dogma’yı açıklamak ve onun doğruluğunu tanıtlamaktır. Scottus Eriugena’ya göre felsefe “inan”ın bilimidir, felsefenin konusu dinin konusunun aynıdır. Anselmus’a göre de inanılanı anlamaya çalışmaktır. Abaelardus’a göre inanılanın inanılmaya değer olup olmadığını araştırmaktır.
Skolâstiklere göre felsefe akılla dogma arasındaki uygunluğun tanıtlanmasıdır. Aquinolu Thomas’a göre felsefenin konusu Tanrı’dır, felsefe Tanrı’nın tanıtlanmasıdır. Sadece Duns Scotus’dür ki ilk kez felsefeyi dinden ayırma eğilimi göstermiştir.
Felsefe insanın gücü ölçüsünde Allâh’a benzemesidir
Tûsî, önceki filozofları takiben felsefeyi “şeyleri (varlıkları) oldukları hal üzere bilmek ve insan nefsini yönelmiş olduğu olgunluğa (yetkinliğe) ulaştıracak şekilde, gücü yettiği ölçüde, işleri gerektirdiği gibi yerine getirmek olarak tanımlar.
İslam dünyasında yetişen filozofların ortaya koyduğu tariflerin ortak tespitlerine göre felsefe: Nesnelerin mahiyet ve hakikatini bilmektir. Varlıkların sebebini açıklamağa çalışmaktır. İnsanın kendini tanımasıdır. İnsanın gücü ölçüsünde, Allâh’a benzemesi, yani (insanüstü) bir kişilik kazanmasıdır.
Evet, “Hikmet, insanın gücü nispetinde Allâh’a benzemesidir.” der İbn Arabî. Hukemâ (filozoflar), insan için aranan gayenin Allâh’a benzemek (teşebbüh bil-ilah) olduğuna işaret ederken sûfîler de, ilâhi ahlâk sahibi olmak inancındadır. İki topluluk arasındaki tabirler, değişik olmakla birlikte mânâ birdir.
Öyleyse İbn Arabî’ye göre gaye, Allâh’a benzemek olmalı ki bundan maksat, ilâhi kişilik kazanmaktır. Sûfîler ise, aynı mânâya gelmek üzere ilâhi ahlâk peşindedir.
İlahi filozoflar peygamberlere uyarak, felsefenin bu iki (pratik ve teorik) bölümlerini, şu sözlerle temsil ederler: Hikmet, insan gücü nispetinde, Allâh’a benzemektir. Buradaki insanın gücünden maksat, insanın akıl gücüdür. İbn Arabî, açıklamasını şöyle sürdürür: İnsan, elbette ki mabût olamaz, fakat onun sıfatları ile sıfatlanabilir.
Felsefe mutluluğu temin etmedir
Epikuros’a göre felsefe, bir yaşam bilimidir, mutlu bir yaşam sağlamak için tasarlanmış eylemsel bir sistemdir.
Muallim-i Evvel Aristoteles’i takiben Muallim-i Sâni olarak kabul edilen Fârâbî, felsefeyi “tahsilu’s-saade” yani mutluluğu elde edecek bilgileri temin etme olarak tanımlamıştır. Fârâbî’ye göre, mutluluğu elde etmek ise, dünyada refâha, ahrette felâha ermek, temel ilkelere dair bilgilendirmeleri sağlamak, akabinde bunları samimi ve içten bir şekilde pratiğe aktarmadan ibarettir.
Felsefe en yüksek ve en bayağıdır
Pragmatizmin güçlü temsilcilerinden William James (1842-1910) şöyle tanımlar felsefeyi: “Felsefe, insanın uğraştığı şeyler arasında en yükseği ve en bayağısıdır. Küçük şeyler üzerinde uğraşır ama insanın zihninin önüne en geniş ufukları aşar. Günlük lisanda kullanılan bir deyimle, karın doyurmaz fakat ruhlarımızı cesaretle doldurur.”
Felsefe insanı medenileştirir
Descartes(1596-1650)’a göre felsefe bir bilimdir ve onu kesin bir bilim yapmak için geometrik yöntemi metafiziğe uygulamaktır.
Modern felsefenin babası olarak tanınan Descartes, dahi tıpkı İslâm dünyasında yetişen filozoflar gibi felsefeyi, mümkün olduğu yani insân aklının başarabildiği ölçüde, bütün bilgileri kuşatmak mânâsında anlar. Descartes’e göre hikmet (felsefe), insan ile hayvan arasındaki farkı belli eder ve aynı zamanda insânları ince ruhlu yaparak medenileştirir.
Descartes’in nazarında felsefesiz yaşamak, gözü kapalı yaşamaktır… Yalnız (…) hayvanlardır ki, durmaksızın vücutlarını besleyecek yiyeceği aramakla uğraşırlar. Çünkü bütün işleri, vücutlarını korumaktır. İnsanların temelli düşüncesi, ruhun gerçek gıdası olan bilgelik’i (hikmeti) aramak olmalıdır.
Hayret filozofu tahrik eder
Eflatun “Felsefenin menşei şaşma’dır.” der. Şaşma ya da hayret filozofu tahrik eder, kamçılar, sürükler, onu felsefe yapmaya götürür. Gabriel Marcel “Varoluş hayretten ayrılmaz.”der. Marcel’e göre; bir şeyin var olduğunu düşünmek, o şeyi idrâk edici olan kendi kendisini düşünmektir.
Aristo, “İlim hayretle başlar.” der. Muallim-i Evvel Aristo’ya göre; insanları felsefe yapmaya sürükleyen hayranlıktır: İnsanlar, önce kendilerine çarpan yabancı şeylere hayranlıkla baktılar, sonra yavaş yavaş devam ettiler ve Ay’ın, Güneş’in, yıldızların değişmelerini ve kâinatın nasıl tekevvün ettiğini sordular.”
Jasper da bunu teyit eder ve felsefe yapmanın menşe’ini şöyle özetler: “Felsefe yapmanın menşei hayranlıktır, şüphedir, kaybolmuşluğun şuuruna varılmasıdır. Her hâl-ü kârda insanı kavrayan bir sarsıntı ile başlar ve bir hüsrandan hareket ederek bir gaye arar.
Nurettin Topçu ise, “Egzistansiyalizm, varoluş karşısında hayretle başlar.”der. Egistansiyalizmin müjdecisi sayabileceğimiz Pascal şu satırları yazar: “Ötede olmayıp da burada bulunuşundan hayret ve dehşet duyuyorum. Zira ötede olmayıp da burada bulunmam, sonra olmayıp da şimdi var olmam için ortada hiçbir sebep yok.”
Varoluş muamması karşısında duyulan büyük hayreti Maine Birand şöyle ifade eder: “Düşünen her varlıkta yarattığı hayretle, bizzat kendi varlığının büyük sırrına ermemek mümkün müdür? Hayret, sadece dışa değil, içe de yönelir kimi zaman. “Ruhun o denli derin bir logos’u vardır.” ilkesiyle felsefede “bakış” insanın içine yönelmektedir. Bu manada Heraklit şöyle der: “Ben kendi kendimi enikonu araştırdım.” Böylece felsefe tarihinde ilk kez Heraklit’te ruhun kendi kendisinin üzerine şaşkınlığı ve hayreti ifadesini bulur.
Hayranlıkla uyanış eşyaya, göğe, dünyaya
Varoluşçu Karl Jasper’e göre felsefe yapma, hayât gailelerine bağlılıktan uyanış gibidir. Uyanış eşyaya, göğe, dünyaya… Bütün bunların ne olduğu, bütün bunların nereden geldiği sorularıyla menfaate dayanmayan bir müşahedeye uyanış… Ve bu sorulardır ki, cevapları filozofa hiçbir fayda getirmeyen ancak bunların cevaplanmasıyla filozofun tatmin olduğu sorularıdır. Huzur bulduğu, itmînana kavuştuğu…
Kant der ki: “Bana hayret veren iki şey var: Biri başımın üstündeki gökyüzü, öbürü içimizdeki vicdan. Hayretimize çarpan tabiat, sanatla hikmetin; vicdan ise ahlâkî hükümlerimizin, felsefenin ve dinin mevzuu oldu.
İşte Thales’in gözünü yıldızlara çeviren, gökyüzünü merak ettiren ve yeryüzünde olaya duçar eden hayretine çarpan tabiattır.
Wilhelm Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni’nde: “Miletli Thales’i neden ilk filozof olarak adlandırdıklarını anlıyoruz.”der. “Onun için söz konusu olan nesnelerin özüdür. O, dünyadaki çok şekilli varlıklarda, dağlarda, hayvanlarda, bitkilerde, rüzgârda ve düşüncede neyin olup bittiğinin izine ulaşmak istemektedir. ‘Bütün bunların özü nedir?’ diye sormaktadır. Thales sorularını şöyle sürdürür: Bütün bunların kökeni nedir? Her şeyin oluşunu, varoluşunu ve mevcudiyetini sürdürmesini sağlayan o tek, her şeyi kuşatan şey, ilke nedir?”
Neyi arıyordu onlar?
Filozofların anlam arayışı
“Hayranlık öğrenmeye sevk eder. Hayranlıkta bilgisizliğimin şuuruna varırım. Bilgiyi ararım.” der Jasper. “Fakat” diye devam eder: “Bizzat bilgi için, herhangi adi bir ihtiyaç için değil.”
Eflatun ve Aristo, varlığın mahiyetini hayranlıktan bulup çıkarmaya çalışır. Descartes, belirsizliğin sonsuzluğunda zaruri belirliyi arar. Stoacılar ise varoluşun acılarında ruhun sükûnetini…
Nurettin Topçu’ya göre; geleneksel felsefenin konusu metafiziktir. Metafizik, deneyin sınırları dışında araştırmalar yapan akıl vasıtasıyla eşya ve varlıkların gerçek yapısının araştırılmasıdır. Metafizik tarafından gerçek yapısı araştırılan varlıklar; madde, ruh ve hayât diye üçe ayrılır. Metafizik bunların her birisinin deneyle tanınmayan gerçek yapısını araştıran varlıklar; madde, ruh ve hayât diye üçe ayrılır. Metafizik bunların her birisinin deneyle tanınmayan gerçek yapısını ve bir de Allâh’ın varlığını araştırır; bu sahada ortaya konan delilleri inceler.
Descartes, felsefeyi bir benzetmeyle tanımlarken, metafiziğin ne olduğunu da somutlaştırır: “Felsefe bir ağaç gibidir, kökleri metafizik, gövdesi fiziktir. Gövdeden çıkan kollar da öteki bütün bilimlerdir.”
Metafizik, kuşkuların alanıdır ve ruhun romanıdır. Metafizikte biz hemen hemen yalnızca olasılıkları çıkarabiliriz. Orada kıyısını asla göremediğimiz bir denizde yüzeriz hepimiz, kesin olmayan bilmecelerin denizinde kulaç atarız ve bunun böyle olması normaldir.
Filozofların düşünüşünün Thales’ten yani ilk metafizikçisinden beri durmadan her şeyin kökeni çevresinde dolandığını düşünürsek, bu türden insanların, tam ve bilinmez dikkatlerini bazen bu dünyanın nesnelerine vermeleri kişiyi artık şaşırtmalıdır. Thales’in başından geçen şey, onların da başından geçebilir. Onlar da gözlerinin önündeki çukuru göremeyecekler ve onun içine yuvarlanacaklar.
Öyleyse diyebiliriz ki filozof dünyayı, nesneleri ve insanları inceler, ama sonunda sorduğu, dünyanın derinliğidir.
İnsan, biyopsikososyal bir varlık olmasının yanında, aynı zamanda spirütüel bir varlıktır. İnsan, yiyip içip çoğalmakla yetinecek bir yapıda olmadığı için hayâtı anlamlandıran genleri sebebiyle çok şeyin farkındadır. Yeryüzünde varoluşunun farkında olan, anlamlılığı sorgulayan, zaman algısına sahip tek varlık insandır.
İnsanda anlamlılığı sorgulayan metakognisyon genler var; bu zihin üstü genler sayesinde insan, anlam arayışına yönelir. Evrenin, yaşamın, varoluşunun farkında olmak düşünmeyi gerektirir. Evrende kendi gücünün sınırlı ve yetersiz olduğunu fark ettiğinde kontrolünü kaybetme endişesi yaşar. Belirsizlik karşısında hissettiği tehlike duygusuyla baş etmek için kişi anlam arayışına yönelir.
İnsanda her şeyin sebebini ve nasıl olduğunu öğrenme arzusu vardır. Anlam, teselli ve ölümden sonraki yaşam arayışları insanın bilincinde mevcuttur. Bilinçte amaca yönelik davranış söz konusudur.
Kognisyon kelimesiyle ifade edilen bilinç, kişinin düşünme, karar verme ve dikkatle ilgili düşünce süreçlerini ilgilendiren zihinsel aktivite ve yüksek beyin fonksiyonlarıdır. “Zaman ve varoluş algılamasıyla anlam arayışı” şeklinde özetleyebileceğimiz süreçleri bilinç yönetir. İnsanı insan yapan bu bilinç, yüksek fonksiyonludur ve kişinin soyut kavramları fark edebilmesi anlamına gelir.
Öyleyse filozofları arayışa, varoluşu sorgulamaya, anlamlandırmaya, bilgiyi aramaya yönelten neden metakognisyon (zihin üstü) genleridir.
Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmektir
Felsefe yapmak, ölmeyi öğrenmek demektir. Senelerce ölüm hükmünü bekleyen Seneca, kendi aklının peşinden giden gayretini yener; ne layık olmayan bir şekilde hayâtına son verir, ne de Neron ölümünü isteyince, itidalini kaybeder.
Boethius, bir barbarın verdiği ceza ile suçsuz yere ölür. Aydınlık şuurla, esas varlığa dönük felsefe yaparak.
Bruno, şüphesini ve odun yığınına kadar varan sarsılmaz gayesiz tahammülünün yüksek karanına olan tereddüdünü yener. Engizisyon tarafından tövbekâr olması istenir. Fikrinden dönmez. Ateşler üzerinde diri diri yakılmaya götürülür. Öpmesi için haçı uzatırlar; eliyle iter, öpmez. Hâkimlere: “Ben ölmekten korkmuyorum. Bana bu cezayı veren sizler benden daha büyük bir korku içindesiniz.” der.
Jasper der ki; Seneca, Boethius, Bruno, zaafları ve çıkmazlarıyla bizim gibi insanlardır. Önce kendilerini kazandılar. Bundan dolayı bizim için de gerçek yol göstericidir.
Cemiyet, kendisi gibi olmayana düşmandır. Sürüden sivrilmenin bedelini ağır öder filozof. Bir böcek gibi ezer onu sürüdekiler.
Felsefe, zehirli bir kadeh sunar Sokrates’e. Bir kral edasıyla içer ölümü Sokrates; tereddütsüz, başı dik, alnı açık… Ölüme giderken bile halkına nasihatte bulunur. “Ölüm değil, haksızlık korkutuyor beni. Birini haksız yere ölüme mahkûm ederek günah işlemeyin.”
Aristo dinsizlikle suçlanır, Sokrates’in başına gelene uğramamak için Khalkis’e gider, burada bir yıl sonra bir mide hastalığından altmış iki yaşında iken ölür.
Sokrates’in sadık öğrencisi Platon, siyaset konusunda eserler yazar ve düşüncelerini uygulamak ister. Fakat o devrin hükümdarını şüphelendirdiği için esir pazarında satılır.
İlkçağ filozoflarından Anaksagoras, dini görüşleri, o devrin görüşleriyle uyuşmadığı için mahkemeye verilip sürgün edilir.
Endülüslü meşhur filozof İbn Rüşd, Endülüs halkı tarafından hoş karşılanmaz. Camilerden kovulur ve eserleri şehir meydanlarında ateşe verilir. Avrupalılar’ın “Averros”u hayâtının geri kalanını sürgününde geçirir.
İtalyan düşünür Companella, Skolâstik Aristocuğa karşı cephe aldığı için öğrencileriyle beraber tutuklanır ve İspanya zindanlarında tam yirmi yedi yıl tutuklu kalır.
Thomas Morus, koyu dindar bir insan olmasına rağmen eserleri inanca aykırı bulunarak başı kesilmek suretiyle öldürülür.
Musevi filozof, Spinoza uzun yıllar dini eğitim alır, zamanla düşünceleri değişir ve hahamların hışmına uğrar. Aforoz edilir, yazdığı kitaplar yasaklanır, yalnızlığa itilir. Bir odada gözlük merceği yontarak hayâtını kazanır. Hastalıklı bedeni cam yontarken yuttuğu tozlara ve insanlardan gördüğü eza ve cefaya dayanamayarak dünyaya veda eder.
Fransız İnkılâbı’nın ve romantizmin fikir babası Rousseau, “İnsan özgür doğar, oysa her yerde zincire vurulmuştur.” “Tanrı her şeyi mükemmel yaratmıştır, insan işe karışır ve hepsi berbat olur.” gibi düşüncelerini dile getirdiği Emile ve Toplum Sözleşmesi adlı eserlerini yayımladığı zaman yer yerinden oynar; saldırıda bulunduğu din ve politikanın çıkar çevrelerinin zulmüyle karşı karşıya kalır. Fransa ve Cenevre’de kitapları yasaklanır, hakkında tutuklama emri çıkarılır. Fransa’ya kaçmak zorunda kalır.
İşrâkî felsefenin kurucusu Sühreverdî, halkın inançlarını bozuyor iddiasıyla Selahaddin Eyyüb’nin emriyle Halep şehrinde aç bırakılarak idâm edilir.
Marksist Buharin, büyük idealinin gerçekleştiğini görür, idealinin sisteme dönüştürüldüğüne tanık olur ama bu sistem onun sonunu hazırlar. İdeâlinin Stalin’in elinde tiranlığa dönüşmesine ses çıkarınca hapse atılır. Hücresinde bıraktığı yığınla el yazması eserle ve kurşuna dizilerek veda eder hayâta.
İbn Arabî’nin bazı görüşleri Mısırlı fâkihler tarafından kabul görmez ve îdamına fetvâ verilir. Bunu haber alan İbn Arabî kaçarak Anadolu’ya sığınır. Bazı efsanelerde İbn Arabî’nin öldürüldüğü ve cesedinin çöplüğe atıldığı rivâyet edilir. Râzî, düşüncelerinden dolayı bazı şehirlerden kovulur ve hapse atılır.
Voltaire, ihtilâl öncesi Fransa’sındaki adaletsizlikleri hicvettiği için Bastille’de on bir ay geçirir. Fârâbî ve İbn Sînâ’nın görüşlerini tenkit eden Gâzâlî’nin eserleri, felsefî düşünceler ihtivâ ediyor diye Endülüs’te ateşe verilir.
Felsefe evren ve Tanrı hakkındaki aşırı uçtaki sorularla başlar
Wilhelm Weischedel, Felsefenin Arka Merdiveni’nde felsefenin başlaması ile ilgili şu tespitte bulunur: “Felsefe dini tasavvurların insanlar açısından kuşku uyandırıcı hala geldiği ve insanların kendi kendilerine soru sormak ve kafa yormak zorunda olduklarını keşfettikleri bir dönemde başlar.”
Ve Weischedel şöyle devam eder: Felsefe böyle bir soru sorma ve kafa yormada, mitik ve dini bilişte aslında gerçek olarak gizli olan şeyi elinden kaçırmamak için çaba harcar. Bu arada şunu keşfeder: Kadim ve kalıcı olan gerçek; tam reel olanın sadece ön planında bir yüz taşımadığı tersime arka planında da daha derin bir şeyin iyice egemenliği altında bulunduğudur.
Felsefe, geçmişte, başlangıçta bütün şeylerin nereden gelip nereye gittikleri (örneğin Thales ve Anaximandros’da olduğu gibi) evren ve Tanrı hakkındaki aşırı uçtaki sorularla başlar.
Felsefe evvela “Bu nedir?”le gözlerini açar. Soru sormakla can bulur. Jasper: “ Önce pek çok olmakta olan var, dünyada nesneler, canlı ve cansızların vücutları sonsuz. Pek çok şey hepsi geliyor ve gidiyor. Ama gerçek varlık, yani her şeyi bir arada tutan, her şeyi temellendiren, her şeyi kendisinden çıkaran varlık nedir?”sorusunu onlarca filozof sorar ve buna arkhe/ ilk madde arayışı denir.
Jasper’a göre; felsefenin soruları, cevaplarından önemlidir. Ve her cevap yeni bir soruya çevrilir. Soru soruyu doğurur.
İbn el-Nedim, Halife Me’mun’la ilgili şöyle bir rivayet aktarır:
Halife Me’mun (ö. 833), rüyasında beyaz tenli, fakat kırmızıya çalan, geniş alınlı, çatık kaşlı, saçları hafif dökülmüş, şehla gözlü, görünüşü güzel ve tahtına oturmuş bir adam gördü. Me’mun:
-Onun bu heybeti karşısında adeta ürperdim, sonra ona;
-Sen kimsin? diye sordum. O da;
-Ben Aristoteles’im, deyince sevindim ve
-Ey hâkim (filozof), sana soru sormak istiyorum, dedim. Aristoteles de;
-Sor bakalım, dedi. Ben;
-Güzel nedir? dedim. O:
-Akla göre güzel olandır, diye cevap verdi.
Ben;
-Sonra hangisi? dedim. O;
-Kanuna göre güzel olandır, dedi. Ben yine;
-Sonra hangisi? dedim. O da;
-Halka göre güzel olandır, diye cevap verdi. Tekrar ben;
-Sonra hangisi? deyince. O;
-Sonra, daha sonrası yok, dedi.
Bir başka rivayete göre;
-Biraz daha konuş, demiş.
Sorunun soruyu doğurduğu diyaloga Me’mun şöyle nokta koyar:
-Altın konusunda sana öğüt verenin öğüdü altın değerinde olmalı sana “tevhid gerekir.” demiş.
Descartes: “Bir milletin fertleri ne kadar iyi felsefe yapar ise, o milletin de o kadar medeni ve incelmiş olacağına inanmak gerekir.”der. Ona göre; bir devlette mevcut olabilecek en büyük nimet, orada gerçek filozofların bulunmasıdır.
Felsefenin gayesi
Felsefenin ve filozofların gayesi akılla ve diğer kaynaklardan gelen bilgidir, hiç olmazsa bilgiyi sevmektir. Çünkü filozofların hedefi sadece midelerimizi şişirmek yerine, zihinlerimizin de bir gıdaya muhtaç olduğunu belirtmektir. Bu zihin gıdasının ismi de bilgidir. Bu noktada tanrı, bilginin asıl kaynağıdır.
İbn Sînâ ’ya göre felsefenin gayesi, nesnelerin hakikatlerine, bir insanın vâkıf olabileceği kadar vâkıf olmaktır. Nesnelerin hakikati meselesi, İbn Sînâ ’ya göre felsefenin konusudur. Fakat İbn Sînâ, insan aklının hudutlu olduğunu ve bu sebeple de hakaik el-eşyâ’yı (Kant’ın deyimiyle noumenun’leri) bilmeyeceğini söyler. Bu sebepledir ki İbn Sînâ, nesnelerin hakikatlerini, ancak bir insanın vakıf olabileceği kadar bilinebileceğini işaret eder.
Muhyiddin İbn Arabî de, Fütuhat’ta aklı “bağlı ve sınırlı” olarak tanımlar. Ona göre; sınırlı olan bir akılla sınırsız olan bilinemez. Kalp bağsız ve sınırsızdır ve dolayısı ile kalp akıldan üstündür. Keza akıl, dünyevi ve beşeri konuları tam, ilaâhi konuları ise bir noktaya kadar idrak edebilir ve sonrasında aciz kalır. Ancak kalp hem beşeri, hem de ilâhi tüm konuları kavrayacak, anlayacak ve idrâk edecek kabiliyete sahiptir. der.
Sokrates- Platon ve Aristoteles geleneğini takip ederek İslâm felsefesi geleneğinde Peritopatik / Mesaşai ekolü oluşturan filozoflara göre de felsefenin temel hedefi, insan mutluluğudur. Mutluluk/saadet ise salt hazdan öte bu tasavvurun, müstafad aklın faal akılla ittisalin sonucunda oluşur.
İbn Bacce’nin ifadesi ile söyleyecek olursak, mikro kozmos yani küçük evren olan insan, aklî, ruhânî yetilerini geliştirmeye çalışarak mutluluğa erişmek olarak sunulduğu için temelde felsefenin gayesi de ahlâkidir.
Leyla Yıldız
Kaynakça
- Alper, Ömer Mahir, İbn Sînâ, İsam Yayınevi, 2018
2. Ebu Bekr er-Râzi, Es-Sîretu’l-Felsefîye/ Filozofça Yaşama, Çev. Mahmut Kaya, İstanbul, 2016 - Descartes, Rene, Felsefenin İlkeleri, Çev: Mesut Akın, Say Yayınları, 1983
4. Gâzâlî, Mişkat el-Envar
5. Gökberk, Macit, Felsefe Tarihi, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1980
6. Hançerlioğlu, Orhan, Felsefe Ansiklopedisi, Cilt: 2, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1993
7. Heinz Heimsoeth, Felsefenin Temel Disiplinleri, Çeviren: Takiyettin Mengüşoğlu, Doğu-Batı, Ankara,2007
8. Hilâv, Selâhattin, Felsefe Elkitabı, İstanbul, 1970
9. Hume, İnsan Zihni
10. İbn Arabî, Bulga,1906
11. İbn el-Nedim, el-Fihrist, Mahmut Kaya, Aristoteles ve Felsefesi, Ekin Yayınları,
12. İbn Sina, Şifâ
13. İşimtekin, Soner, İran’da Ortaya Çıkan Düşünce Ve Felsefe Ekolleri, İslami Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt 1, Sayı 2, Kış/1993
14. İzmirli, İsmail Hakkı, İslam’da Felsefe Cereyanları, Kitabevi Yayınları, 2. Baskı,1997
15. Jasper, Karl, Felsefeye Giriş, Dergâh Yay. Batı Düşüncesi, çeviri: Mehmet Akalın, İstanbul, 2.Baskı, 1981
16. Keklik, Nihat, Felsefenin İlkeleri, Felsefeye Giriş 1, Doğuş Yayınları, İstanbul, 1982
17. Kılıç, Cevdet, Felsefe Öyküleri, İnsân Yayınları, İstanbul, 2008 18. Kindi, Hudud El-Eşya 19. Leibniz, Gottfried Wilhelm, Monadoloji, Çev: Devrim Çetinkasap, İş Bankası, 2019
20. Nasr, Seyyid Hüseyin, Geleneksel İslam, Modern Dünyada, İnsan Yayınları, Çeviri: Sara Büyükduru, Altıncı Baskı, İstanbul, 2012
21. Nasr, Seyyid Hüseyin, Üç Müslüman Bilge, İbn Sinâ, Sühreverdî, İbn Arabî, İnsân Yayınları,4. Baskı, 2009
22. Özdemir, Ahmet Yusuf, Ali Şeriati’de Marksizm ve İnsân, academia. edu.
23. Rousseau, Jean Jaques, İlimler ve Sanatlar, Çev: Sabahattin Eyüboğlu,İş Bankası Yayınları, İstanbul, 1973
24. Tarhan, Nevzat, İnanç Psikolojisi, Timaş Yayınları, İstanbul, 2009
25. Timur, Taner, Felsefi İzlenimler, İmge Kitabevi Yayınları,2005
26. Topçu, Nurettin, Felsefe, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2011
27. Topçu, Nurettin, Varoluş Felsefesi, Hareket Felsefesi, Dergâh Yay, 2. Baskı, İstanbul, 2006
28. Topçu, Nurettin, İradenin Davası, Devlet ve Demokrasi, Dergâh Yay.2019
29. Uyanık, Mevlüt, Akyol, Aygün, İslâm Ahlâk Felsefesi, Elis Yayınları, 2013
30. Weischedel, Wilhelm, Felsefenin Arka Merdiveni,İz yayıncılık, İstanbul, 2009
31. Yavuz, Hilmi, İslam’ın Zihin Tarihi, Bir Müslüman Aydının İslâm Üzerine Düşünceleri, Timaş Yayınları, 2010
32. Yıldız, Leyla, Tutsak Ustura Ağzında Yaşamak, Risale Haber, 2012