“vurma kazmayı / fehaaat /he’nin iki gözü iki çeşme/ aaahh” âsaf hâlet çelebi
Kelimeler penceremde açan sardunya… İçinde bir serçenin çırpınıp öttüğü yuva. Suya düşen revzen-i menkûş… Kelimeler gök gülşenine ekilmiş birer yıldız. Renk renk, ışıl ışıl… Sonsuzu bahşeden rüyâ, kelimeler… Kelimeler içimize döne döne sırma nakışlar işleyen bir nakkâş… Sisler içindeki ayın on dördünü çevreleyen hâle. Kelimeler hat, çizgi çizgi… Kelimeler ölçü, mi’yâr. Kelimeler bilinç…
Öyle kelimeler var ki vahyin ışıltısıdır. Tek ve biricik olandan bir mesaj. Ummana açılan yelkendir. Yine öyle kelimeler var ki faal aklın ezelî yaratımını seyrettirir, sürekli yaratımına şâhitlik ettirir. Aşkın olana, bilinmez olana, mutlak güzelliğe nûrdan merdiven döşer. En iyiye, erdemli olana, ideale çağırır.
Modern dünya cengini kelimeler üzerinden yürütüyor. Kelimeler sulh çehresinden çıkıp harp cephesine sürülmüştür. Kelimelerin alnına dayanmıştır, havalı tüfekler… Psikolojik savaş yöntemleriyle kâh îtibardan düşürülen… Kâh dönüştürüp gülünçleştirilen… Kâh çarpıtılan kâh göz kırpmadan imhâ edilen kelimeler…
“Ölümün estetiği yoktur.”
Tanrı’yı zamanın dışına iten ve âtıl kılan, dikkatleri yalnızca bu zamana, bu hayâta yoğunlaştıran sekülerizm, inançtan neşet eden bütün düşünceleri sezdirmeden dışlıyordu. İlk önce sözcüklere el koydu sekülerizm. Dünyevîleşmek için ilk önce sözcükler sürüldü namlunun ucuna.
Çünkü gerçeğin güzergâhında kelimeler dövüşür. Çünkü kelimelerle temâs kurarız ilâhî olanla… Çünkü kelimelerin fıskiyesinden içeriz hakîkati… Bu yüzden… Bu yüzden “hakk” kökünden gelen “hakîkat” sinsice hal edilip Eski Türkçe’nin “kirtü” kökünden türetilen, çağrışımlarından soyunmuş “gerçek” geçirilmedi mi tahta?
“Bâtıl” ivedilikle silindi zîra bâtılın kendisi hak oldu.
İnsan özgürlüğünün yasa ile korunduğu seküler öğretinin nihâyetinde, ahlâka ihtiyâç duyulmadı. “Ahlâk” kavramı “ahlâk bekçisi” tâbiri ile hoyratça gözden düşürülüp “etik” baş tâcı edildi. Tanrıyı reddeden seküler etik kuramı, yasaları ahlâkın yerine geçirdi. Her an O’nun huzûrundaymış gibi kulluk etmek hâli, yerini yasa korkusuna terk etti.
O hâlde;
Yakalanmadığın müddetçe devleti, milleti soyabilirsin!
Yakalanmadığın müddetçe yenidoğanlar üzerinden haksız kazanç edinebilirsin!
Yakalanmadığın müddetçe Müslüman mahallesinde salyangoz yahut domuz eti satabilirsin!
Yakalanmadığın müddetçe körpe bedenlere yönelmiş hevâ ve heveslelerini köyün deresine gömebilirsin!
Yakalanmadığın müddetçe kendi biricik yavrunu kasten üstelik müştereken katledebilirsin!
Yakalanmadığın müddetçe şeytanî ayinle genç kızların kafasını kale burçlarından uçurabilirsin!
Uhrevî ve mânevî değerlerden uzaklaşmaktır sekülerizm. Dünyâya meyletmek. Sekülerizm dinleri eski çağlardan beri süregelen mitler olarak kabul eder. Mistik, spiritüel, ilahî olanla ilgilenmez. Öteler sözcüklerini, uzaklaştırır kendinden. Perdeler… Perdeler… Kâğıttan perdelerle örter kelimelerini. Ve alaşağı etmek ister her birini!
“Günâh, sevâp, mağfiret, tevhîd, vahiy, şirk, fetvâ, takvâ, farz, vâcip, sünnet, hâdis, ümmet, mübâh, câiz, helâl, harâm…”
İkinci hayâtı yok sayar, ebediyen sürüp gidecek olanı… Hesap verme bilincinden mahrûmdur. Uzak tutar gündeminden öbür âlemi.
“Âhiret, melek, cennet, cehennem, şefâat, kıyâmet, haşir…”
Çağdaş dünyâ tasavvurunda kutsala yer yok. Onun terminolojisine de… İşte bu yüzdendir kutsalı hatırlatan ya da kutsî olana götüren ne varsa hepsine mil çekilmesi, bu yüzden. “He’nin iki gözü iki çeşme.” Âh! Kimi şehlâ kimi şaşı kimi amâ…
“İhlâs, mukaddes, mübârek, ibâdet, tövbe, ihsân, takvâ, kul, ümmet, insâf, vicdân, vaaz, kurbân, sadaka, irşât, mürşit, ihyâ…”
Pagan bakışta “ibâdet”, bir nevi âyindir. İbadet “ritüel” gibi algılandı. Oruç ritüeli zayıflama reçetelerine konuldu.
“Abdest, namaz, hac, oruç, kırâat…”
Akla sefer eyleyen, rûhun dağ çiçeklerine çağıran kelimeler … “Hayât” diridir, canlıdır, söylendiği anda bizi “hayy”a götürür; işte bunun için “yaşam” sürüldü piyasaya.
Medeniyet” Medine’yi hatırlattığı için “uygarlık” … “Muhammed” nübüvveti, yakînî bilgiye işâret ettiği için “Mehmet”e inkılâp etti.
Derûnunda saadeti, köklü bir medeniyeti barındıran “şehir” yükünü tutup beton simsârı “kent”e göç eyledi.
Bazı kelimeler tedâvülden kaldırılmak isteniyor. “Bu işler inşaâllahla mâşaallahla olmaz.” yaygın anlayışla yıpratılan sözcüklerimiz var bizim:
“Mâşaallah, maâzallah, inşaâllah, suphânallah, elhamdülillâh, estağfurullâh, Allâhuekber…”
“Tevekkül” nedir? Allah’a güvenme. Sebeplere baş vurduktan sonra sonucu O’ndan bekleme. “Şark tevekkülü” yakıştırması ile kıymet kaybına uğradı tevekkül.
Yazılı ve görsel basının teçhîzatıyla değerlerimizin üzerine gelen Batı uygarlığı, altın kaplama kâse içinde kendi öğretilerini sunuyordu. Refâhın, konforun, para ve dünyevîleşmenin hüküm sürdüğü, bağların koparılıp sınırların tanınmadığı, her türlü serbestliğin pirim yaptığı Batı zihniyeti; olanca ihtişâmıyla romanlardan, tiyatrolardan ve beyazperdeden fırlayıp erdemlerin, itâatin, vicdânın, harâm ve günâhların hâkim olduğu Doğulu toplumların aklını başından alıyordu.
Çağdaş Batı, kurt masalında bize “Kırmızı Başlıklı Kız” rolünü biçiyordu.
Bu anlayışın ürünü Yeşilçam filmleri psikolojik harp usûlleriyle işlevini yerine getirmekte tereddüt göstermiyordu. Lâik düzeni koruma adına yeniden tanımlanıyordu kavramalar! Yeniden biçiliyordu roller.
Filmlerde ne kadar hilekâr, dolandırıcı, düzenbâz, alavere dalavereci tipler varsa; ne kadar ortalığı karıştıran, riyakâr, kadınlara zaafı olan, düşmanla iş birliği yapan cehli mürekkep karakter varsa nedense hep imâmlar, hacılar, hocalar tâifesinden idi. Yıllar yılı subliminal mesajlarla bilinçaltımız inceden inceye böyle biçimlendirilmedi mi?
“Yılan gibi tısladı imâm olacak, başı taşa gelesice vicdansız adam, dışı imâm içi şeytan ve adam sanki buzdağı” (Adem’in Trenleri /2007)
Yakasız gömleği yahut çizgili pijaması, takkesi, koca tespihi, hacı sakalı ve elinde Kur’an’ı ile sedirde bağdaş kuran, üst perdeden seslenen, kaba, paspal, eşine ve çocuklarına şefkatsiz, merhametsiz olan, değerlerden yoksun, inanan insan prototipi değil midir bu karakterler?
Uyuyan güzeller, yedi uyurlar kelimelerle uyutuldu, yüz yıl. Hedefe yöneltilmiş kelimeler… Çağdaşlaşmaya vurgu yapmak için madrabaz, sömürücü, üçkâğıtçı, hurâfeci, üfürükçü, şaşkın, şapşal, ve âdî tiplemelere Yaratıcı’nın sıfatlarına veya kul (abd) olmaya işâret eden ve dinî-tasavvufî semboller içeren isimler verilmedi mi? Kimine “Hacı”, kimine “Şıh”, kimine “Hoca” kimine de “Efendi” kisvesi geçirilerek…
“Abdürrezzak, Fettah, Abdullah, Abdülcanbaz, Şakir, Arif, Abbas, Bilal, Saffet, Himmet, Hayret, Gayret, Recep, Şaban, Ramazan…”
Sahtekâr kişilere söyletilen “Nâmussuzum doğru söylüyorum.” sözleriyle “nâmûs” kavramı dönüşüm yaşıyordu Yeşilçam’da.
Bir milletin kollektif bilincine kazınmış, toplumsal kural hâline gelmiş, incelik, zarâfet, nezâket barındıran tutum ve davranışlar, “Töreniz batsın; örfünüz kurusun, âdetiniz batsın.” tarzında bedduâlar ile gözden düşürüldü.
“Töre, örf, gelenek görenek, an’ane, âdet, kâide, teâmül…”
Herkesin birbirini tanıdığı, herkesin birbirini koruyup kolladığı, ağır abilerin gözcülük ettiği “mahalle”nin yerinde yeller esmiyor ama yirmi dört saat kamerayla dikizlenen, dikenli tellerle çevrelenen güvenlikli siteler homurdanıyor. Mahalleye aidiyeti değersizleştiren, dillere pelesenk olan “mahalle baskısı” hâlâ koruyor geçerliğini.
Öz Türkçecilik kılıfıyla derin düşünmenin karşılığı olan “tefekkür” “düşünme”ye, “fikir” “düşünce”ye, “mütefekkir” “düşünür”e indirgendi.
“Maârif”, “marifet”inden ve “irfân”ından soyundu. Beslemek ve yetiştirmek vurgusu yapan “eğitim” ile yalınlaştırıldı.
Zengin bir felsefî mîrâsın taşıyıcısı olan “muhâfazakârlık” düşünce geleneğini ifâde eder. Modern dönemlerde içi boşaltılıp tutuculukla eş değer görülerek siyasî bir ideolojiye evrildi.
Kelimeler “eteklerinde güneş rengi bir yığın yaprak.” “Sabır” telâşa kapılmadan, şikâyet etmeden, sızlanmadan tahammüldür. “Şükür” nîmeti artırır. “Kanâat” ki tükenmez bir hazînedir. “Hamd” onu verene mahsustur. “Bereket” mi? O’ndan gelen hayrın artıp çoğalması, değil midir? Bu sözcüklerin nabzında atan her şey küçümseniyor artık. Alışveriş sonunda esnafla müşteri arasında geçen;
-Bereket versin.
-Bereketini gör, diyaloğu “süpermarket- kasiyer-tüketici” üçlemesine fedâ edildi.
“Kanaat, bereket, kısmet, rızık, hamd, şükür, elhamdülillâh…”
“Kader” zaten hep yanlış yorumlandı. Hadis-i kutsîler “bid’at” damgasını çokça yiyince peygambere lüzûm görmeyen ve gençler arasında rağbet gören deizmin ekmeğine yağ sürüldü.
Şifâ veren kelimelerimiz… İçinde “hayrı” taşıyan ne varsa toptan sürgüne uğradı.
“Hayrola…Hayırlı sabahlar, hayırlı akşamlar, hayırlı işler, hayırlı ömürler” …
Kelimelerle düşünür, kelimelerle çizeriz dünyâmızın sınırlarını. Söz ve davranışlarda ölçülülüğe davet eden “İtidâl” ve “edep” … Utanma, sıkılmaya teşvik eden “hayâ”, “hicâp” … Başkalarından saklanması elzem olan “mahrem” … Onur, itibâr mânâsını taşıyan “şeref”, “haysiyet” … Bu sözcüklere modern dünyâ tahammül edemiyor. Üstelik aksi istikâmette cenk veriyor. Halbuki;
“Cibrîl’e verir sünbülümüz neşve-i ismet
Biz gülşen-i kudsî-çemen-i bâğ-ı hayâyız”[1]
“Hangi çağda yaşıyoruz?” sorusu, çağa özgü dönüşümün yollarına çiçekler döşüyor. Bazı kelimelere gölge düştü, bazıları sırça bir fânus gibi kırıldı, bazıları atıldı, atı alan Üsküdar’ı geçti.
“Nikâh” olgusu dizilerin gayretiyle itibârdan düştü, “birliktelik” yahut “beraberlik” moda kavram.
Cinsiyetsiz bir toplum tasavvuru için TDK girdi devreye. Cinsiyetçi söylem nedeniyle bazı tâbirleri bir hamlede kaldırdı sözlüklerden:
“Kız başına, erkek sözü, karı kılıklı, hanım köylü, kadın kısmı, kız gibi ağlama…”
Cinsiyetçi söylemden kaçınan TDK, öte yandan “müsâit”, “kirli”, “esnaf” ve “serbest” sözcüklerine cinsiyetçi yeni bir anlam yükleyerek, üstelik sömürü kılıflarını da geçirerek kadınları el altından piyasaya sürdü.
“Bayan” kalktı tedavülden. Feminist yaklaşımda “bay/mak” köküyle ilişkilendirilip hakâretmiş gibi bir tepki alıyor. Yerini “kadın”a bıraktı. Kadın, çağın ilâhı gibi sürekli şişirilirken yol yordamına uydurulup istismâr ediliyor.
İktidârlar öteden beri kendi siyasal sözcüklerini üretti. Kimi nesnelere ve giysilere politik anlam yüklendi. “Yeşil parka” sol hareketin, “bozkurt” ülkücü kesimin, “şapka” devrimci zihniyetin, “orak- çekiç” komünizmin, “postal” militarizmin, “türban” ve erkeklerde “gümüş yüzük” muhafazakârlığın timsâline dönüşmüştü zaten.
Samimiyetten uzak, içi doldurulamayan, mesaj gruplarıyla tam bir seremoniye kayan “Hayırlı cumalar” tebrikleri ise günümüzde muhafazakârlığın bayrağına…
Ve son çeyrek yüzyılda “baş” mânâsına gelen “reis” siyasî simgeye göç etmiştir.
Ülkemizdeki çalkantılar, sosyopolitik olaylar yüzyıllardır süregelen kelimeleri, anlam değişimine uğratıp tepe taklak etti. Kelimeler ki “sisler bulvarı”nda dolaşıyor.
“Cemâat, kardeş, abi, abla, vakıf, hizmet, himmet, diyalog, meşveret, istişâre, hoşgörü, nûr, kanâat önderi, mehdî, selâm ve duâ ile…”
Bu jargonda zaten yıpratılmış “imâm”a öldürücü darbeyi “kâinat imâmı” vurdu. Öte yandan bir işi yürüten ve o işin idâresini üstüne alan “kayyum” sözcüğü girdi gündemimize, apansız.
Bazı kelimeler çok sıcak. “Aile” gibi… Anne gibi, baba, kardeş, eş, evlât gibi… Yuva gibi… Liberal gelenek, fîrûze işlemeli kınından sıyırdığı eğri hançerini bireysel özgürlükler adına aile birliğinin bağrına saplamakta, durmaksızın! Tereddütsüz. Türk yapımı diziler, bu alengirli vakitlerde en fazla aileye eğiliyor! Ve sloganları bu ocağa negatif anlam yüklüyor.
“Bütün kötülüklerin iyi niyetle yapıldığı yere aile denir.” (Aile dizisi)
Bu kaleye yüklen “son savletinle!” Durma vur… “Vur ki açılsın bu surlar!”
“Aile denilen kahrolası bir hapishâne var!” (Aile dizisi)
Gurup vaktinin hüznü çökmeden kıyıma verme sözcüklerini, kâim olsun kelimelerin. Bir incinin ağzından doğur dil cennetinden soyutlanan kelimelerini…Âh istiridye meşrepli sözcüklerimiz, kollektif hâfızamız.
“Esîr-i gurbetiz biz, senden özge âşinâmız yok.”
Leyla Yıldız
* Başlık, Fransız filozof Michel Foucault’nun aynı adlı, meşhûr eserine bir âtıftır.
[1] Leskofçalı Gâlib, 57/4 (Sümbülümüz, Cebrâil’e günahsızlık neşesini verir. Biz, hayâ bağının kutsal bahçesinin gülşeniyiz.)