Afrika, İslam ve Osmanlı tarihin en önemli sayfalarından biri oldu asırlarca.
Son 3, 4 asırdır Afrika’yı sömürgeleştiren Avrupalılar, sultanların saraylarında altın ararken Osmanlı ise Emperyalizm’e karşı bu kara kıtayı korumaya çalışıyordu. İnsanlığın yüz karası olan köle ticaretleri ile kıtanın kökünü kurutan Batılılar, bir ahlaksız işgal taktiği olarak ise Misyonerlik silahını kullandılar. Buna rağmen arşivlerden çıkan belgeler 93 harbinde Osmanlı’ya yardım gönderen fakir Afrikalıları ve Osmanlı’nın yetimlerine sahip çıkan Moritusluları yazıyor. Bu nedenle Afrika bizimdir, yüreğimizdir, kardeşimizdir. Dedelerimizin kanları ve terleri ile ıslanan o toprakları kardeşliğimizle yeniden ısıtmak zorundayız.
Fenikelilerin, Romalıların, Vandalların ve Bizans’ın büyük izler bıraktığı Afrika kıtası, İslamiyetin gelişiyle birlikte dünya tarihinde yeniçağlar açacak bir sürece girdi. Belçikalı tarihçi Henri Pirenne’nin dediği gibi yedinci yüzyılda Müslümanların Kuzey Afrika’yı baştanbaşa aşarak İspanya üzerinden Avrupa içlerine dalmaları antik çağı kapatıp Ortaçağ’ı asıl başlatan sebeptir. Yaklaşık sekiz asır süren bu hâkimiyet çökmeye yüz tutunca bu defa Anadolu’da Müslüman Türkler yeni bir çağ açıyordu. Çünkü Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u almıştı. Bu defa Avrupalılardan İspanyollar ve Portekizliler İspanya’da tek bir Müslüman bırakmadıkları gibi gözlerini Afrika’ya dikmişlerdi ve sonuçta 1500’lü yılların başında Mısır’daki Memlüklü hanedanı hariç kıtayı çepeçevre sardılar.
İşte yeniçağı açan Anadolu ve Balkanlardaki Osmanlı hâkimiyeti Afrikalı Müslümanların imdadına bu esnada yetişti. Kendisi gibi bir Türk devleti olan Memlüklüler Osmanlı idaresine alındıkları gibi başta Mısır olmak üzere Cezayir, Libya, Tunus ve Kızıldeniz’in Afrika kıyıları Habeş adıyla olmak üzere toplam beş eyalet idaresine ayrıldı. 16. yüzyıldaki bu ihtişamlı dönemle birlikte İspanyollar ve Portekizliler Afrika kıtasının sadece Batı ve Güney Kıyılarında varlık gösterdiler. Afrika’nın iç bölgeleri dâhil toplam 30 milyon kilometrekareyi aşan kıtanın en az yarısında Osmanlı hâkimiyeti veya nüfuzu vardı. Daha doğrusu Müslüman olan bütün toplumlar Osmanlı Devleti’nin varlığını kabulleniyorlar ve irtibatlarını olabildiğince geliştiriyorlardı.
OSMANLI, ASIRLARCA AFRİKAYI SÖMÜRGECİLİĞE KARŞI KORUDU
Her şeyden önce Afrika kıtasının 19. yüzyılın sonlarından itibaren 1970’lere kadar devam eden süreçte maruz kaldığı ve dünya tarihinin en acımasız sömürgecilik belasını buradan tam dört asır uzak tutmuştu. Endülüs’te hayatta kalan Müslümanları Kuzey Afrika sahillerine getirerek onların neslinin tamamen yok olmasını önledi Yemen eyaleti ile Doğu Afrika kıyılarındaki Müslüman toplumları korudu. 1517 yılında Portekizliler’i Kızıldeniz’in dışına atarak hem Afrika kıyılarına hem de Mekke ve Medine’ye zarar vermelerini önledi. Sadece Akdeniz değil aynı zamanda Kızıldeniz’in tamamı ve Hint Okyanusu da kısmen Türk gölü haline geldi. Osmanlı donanmaları bugünkü Kenya sahillerine kadar sefer yapıp Portekizlilere göz açtırmıyordu. Kısacası her şeyden önce Afrika yerlilerinin daha az köleleşmesini, kaynaklarının korunmasını, dinlerinin ve dillerinin, ticari hayatlarının muhafazasını sağladı. Sadece sahiller değil iç bölgelerden de on binlerce hacı adayı her yıl Kutsal topraklara güven içerisinde gelip geri döndüler. Eğer bugün İspanya’da Müslüman varlığı yoksa Osmanlı onlara yardım edemediği için yoktur. Afrika’da varsa Osmanlı devleti buraya yardım edebildiği için vardır. Yine bugün Tunus, Cezayir, Fas, Libya ve Mısır, hatta Somali, Sudan gibi ülkeler varsa bunlar doğrudan Osmanlı’nın izleridir.
Aslında biz Afrika’da Osmanlı hâkimiyeti diyoruz, ama bu ifade pek doğru değil. Çünkü kendisinden önceki hiçbir devlet gibi davranmamış, Afrikalılara hükmetmemiş, bilakis onlara hizmet etmiştir. Anadolu insanını Afrika yerlilerinin güvenliği için asırlarca seferber etmiştir. Avrupalılar gibi sömürge faaliyetlerinde onları silâhaltına alıp cephelerde savaştırmamıştır. Osmanlı aslında sömürge kavramının içine ne giriyorsa tam tersini yapmıştır. Fransızlar, İngilizler, İtalyanlar kendi dillerini ve dinlerini öğretmiş Osmanlı ise hepsini kendi hallerine bırakmıştır. Yeraltı ve yer üstü kaynaklarına dokunmamıştır. Kısacası bir insana karşı yapılması gereken bütün insanî görevleri yerine getirmiştir. Onlara yabancı muamelesinde bulunmamış, bilakis oraya sevk ettiği askerlerin ve sivil memurların çoğu yerli ailelerle evlilik yoluyla akraba oldular.
Avrupalılar yerli sultanların saraylarında tonlarca altın bulma hayaliyle dolaşırken Osmanlı memurları Fizan’ın kasabalarındaki yıkık duvarların dibinde bulunan ve yıllar önce tedavülden kalkan sikke altınlarını İstanbul’daki darphane’ye göndererek yenileri ile değiştirip sahiplerine iade ediyordu. Arşiv belgeleri her şeyi ortaya koymakta. Osmanlı Devleti Afrika’nın ortasındaki Fizan’da bir cami duvarı içinde bulunan miadı dolmuş altın sikkelerini darphaneye göndermiş ve yenilerini mirasçılara teslim etmişti. Fransa ve İngiltere ise Müslüman sultanların saraylarında ne kadar altın ele geçireceklerinin ince hesaplarını yapıyorlardı.
Türkçemizde; ‘Seni Fizan’a da gitsen bulurum’ diye bir söz kullanırız ama nedenini bilmeyiz. Fizan, bir hayal ülkesi değildir. Bugünkü Libya sınırları içerisinde, büyüklüğü hemen hemen Türkiye kadar büyük bir bölgedir. Osmanlı döneminde orada 100 civarında yerleşim yeri vardı ve Anadolu’dan buraya memurlar ve askerler giderdi.
OSMANLI, AFRİKANIN İHTİYACI KADAR AFRİKADA YOL YÜRÜDÜ
Bugünkü Etiyopya’nın güneyinde hüküm süren Harar Sultanlığı hep müstakil olarak kaldı ve Osmanlı Devleti oraya dokunmadı. Çünkü bu devlet kendi başının çaresine bakabiliyordu. Mesela Çad, Nijer ve Nijerya topraklarında hüküm süren Bornu Sultanlığı da aynı şekilde Osmanlı Devleti ile dostane ilişkiler içerisindeydi. Özellikle Fas Sultanlığı Osmanlı Devleti’nin Afrika kıtasındaki en büyük müttefiki idi. Osmanlı toprak kavgası yapmadı. Mecbur kalmadığı yerlere gitmedi. Orada Fas Sultanlığı vardı gitmek zorunda kalmamıştı. Batılı tarihçilerin dediği gibi Osmanlı’nın enerjisi Fas sınırında bitmemiş, bilakis orada kardeş devletin sınırları başladığı için birlikten güç doğar kaidesince üç asır çok ufak birkaç hadise hariç huzur içinde ilişkilerini sürdürmüşlerdir. Aslında daha o dönemde Osmanlı Devleti’nin el atmadığı Fas’ın Akdeniz kıyısındaki Septe ve Melile şehirleri hala İspanyolların idaresindedir. Eğer Osmanlı müdahale etmeseydi Akdeniz’in güneyindeki bütün şehirlerin akıbeti Septe ve Melile gibi olacaktı.
Osmanlı’nın en güç günlerinde bile dünyanın diğer uçlarından insanlar ve milletler ona el uzatmaya çalışırken Afrika bu duruma sessiz kalamazdı elbette. Osmanlılar başına kötü bir hal gelecek olsa yardımlar bir şekilde akmaya başlıyordu. Özellikle düşmanları tarafından kendisine bir savaş başlatıldığı zaman aynı anda dünya Müslümanları sadece dua etmekle yetinmiyorlardı. Cepheye koşma imkanı olanlar koşuyor, koşamayanlar da her türlü maddi desteği vermek için seferber oluyorlar. İşte bu yardımlardan biri de Hint Okyanusu’nun uçsuz bucaksız suları üzerinde küçücük bir ada olan Moritus’ta yaşayan Müslümanların 93 harbi olarak bildiğimiz Osmanlı – Rus savaşına yaptıkları yardımdı. 19 Temmuz 1877 tarihinde 850 liralık bir poliçe ile İngiltere’deki Osmanlı sefareti üzerinden İstanbul’a gönderilen bu yardımlar çok önemliydi. Yine adadaki Müslümanların ileri gelenlerinden birisi Osmanlı şehitlerinden geride kalanlar için 125 İngiliz Sterlini tutarındaki yardımı başka bir poliçe ile gönderdi.
Osmanlı dediğimizde neticede onu idare edenler de insan, hata yapmak insanın en tabii özelliği değil mi? Ama hatalar zinciri insanları kendi yurtlarından köleleştirip uzak coğrafyalara taşıyorsa, sadece ölmeyecek kadar sömürge idarelerine hizmet için madenlerde, fabrikalarda, demiryolu ve metro tünellerinde işçi olarak çalıştırıyorsa, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında bilmedikleri cephelerde ve ne uğruna öldüklerinin farkına varmadan ölüyorsa işte orada Osmanlı yoktu. Hiç olmadı da.
Yaptıkları Afrika Afrikalıların düsturuyla sınırlı kaldı. Onlara kendi vatanlarında yaşama azmini öğretti. Geçmişin şanlı sayfaları arasında onların da ataları olduklarını öğretti. Lisanları, dinleri, kültürleri olduğunu bugün fark ediyorlarsa bu ana vatanlarına bağlı kalmalarıyla mümkün oldu. Bunu Osmanlı sağladı. Bence son dönemde Kuloğulları olarak bilinen Osmanlı-yerli karışımı nesli iyi idare edebilseydi bugün Osmanlı kimliği Afrika’nın her tarafında çok daha belirgin göze çarpardı. Aslında onlar bunu fark edip devlete arz ettiler, “bizi sıradan kimseler olarak görmeyin, eğer biz gücümüzü ve itibarımızı kaybedersek sömürgeciler ileride yerli halktan bazılarını ikna edip Osmanlı geçmişini mahvedebilir” dediler. Nitekim dedikleri de çıktı. Yerlileri askeri konularda daha iyi eğitebilir, özellikle modern eğitime daha hızlı geçebilirdi. Avrupalılara karşı savunmada daha bilinçli olmaları için biraz geç kalındı kanaatindeyim.
AVRUPA İSTİLASINA KARŞI KOYAN TEK DEVLET, OSMANLI
Her şeyden önce Osmanlı Devleti Müslüman toplumların gözünde İslam’ın halifesinin devletiydi. Avrupa istilaları karşısında durabilen tek İslam devletidir. Kıta dışındaki devletlerle münasebetlerinde en fazla güven duydukları yer İstanbul idi. Başları darda kalınca hemen İstanbul’a geliyorlardı. Bu durum 1900’lerin başına kadar devam etti. Onlar Osmanlıları en zor şartlarında bile yanlarında görmek istediler. Onlar olduğu sürece Osmanlı Devleti uzun ömürlü oldu, Osmanlı Devleti olduğu için onlar kendi kimlikleriyle her türlü varlıklarını sürdürdüler. Osmanlı Devleti onlara kendi dillerini öğretmediği gibi kendi soyundan gelenlerin bile yerli toplumlarla karışmasını kolaylaştırdı. Bugün milyonlarca Osmanlı neslinden gelen Cezayirli, Tunuslu, Libyalı, Mısırlı var. Aynı durum ne Fransızlar için, ne de İngilizler için geçerlidir. Afrika kıtasında Osmanlı varlığını yok edecek hiçbir ayaklanma olmadı. Sadece zaman zaman adaleti aksatan devlet görevlilerine karşı direnişler oldu. Bilakis Osmanlı’nın topraklarında daha uzun süreli kalması için bugünkü Libya’da, 1911-1912 Osmanlı-İtalya Savaşında omuz omuza yıllarca ortak düşmana karşı savaştılar. Yine Tunus’ta ve özellikle Cezayir’de benzer durumlar oldu.
Osmanlılar Avrupalı devletlerin müşterek siyasetinin kurbanı oldular. Avrupalılar masa başında çizdikleri haritaları Osmanlılardan gizli tutup ele geçirmek istedikleri yerlere çok sayıda ajanı bilim adamı, misyoner ve daha başka kılıklarla gönderdiler. Hem de Osmanlı Devleti’nden buyrultular alarak ve gittikleri yerlerde krallar gibi ağırlanmalarını sağlayarak bunu yaptılar. Barışçı yollarla gelip silahlarla sömürge idarelerini ikame ettiler. Dostuz dediler, düşmanlık gösterdiler. İşte Osmanlı bunu yapmadı. Hatta Kavalalı Mehmed Ali Paşa defalarca yerlilere eziyet etmemesi konusunda uyarıldı. Kısacası Osmanlı döneminde Afrika Afrikalılarındı, sömürgecilikle el değiştirip Avrupalıların oldu. Yüz binlerce Avrupalı fakir köylü milyonlarca Cezayirli, Kenyalı ve daha nicesinin arazilerine yerleştirildi ve asıl mal sahipleri onlara ırgat yapıldı.
Her şeyden önce kıtayı aralarında paramparça ettiler. Kölelik yasaklanana kadar yüz milyon civarında tahmin edilen insanı buradan hayvan götürür gibi Amerika kıtasına ve daha başka diyarlara taşındılar. İnançları değiştirilip Hıristiyanlaştırıldılar. Dilleri unutturulup Avrupa dilleri hala resmi dil olarak kullandırılıp geleneksel eğitim sistemlerinden koparıldılar. Ama mesela içlerinden Avrupalı bilim adamaları seviyesinde insan yetişmesine imkân verilmedi. Afrikalılara size medeniyet getiriyoruz dediler, hiç acımadan medeniyetin dışına ittiler. Bütün dünyayla bağları koparıldı, her türlü açlık ve bulaşıcı hastalığa maruz bırakıldılar. Yeraltı ve yer üstü kaynakları sonsuza kadar ellerinde kalacak şekilde tapulanmış gibi muameleye tabi tutuldu.
Afrikalı Hıristiyanlığın nasıl bir din olduğunu anlayana kadar zaten kendisini o inancın içine hapsedilmiş olarak buldu. Artık o daireden çıkması mümkün değildi. Çünkü yaşama şansı o dine bağlılığı ile alakalı idi. 1900’lerin başında 300 milyonluk kıtada 10 milyon yerli Hıristiyan varken bugün bir milyarlık kıtada en 250–300 milyon Hıristiyan olduğu ileri sürülmektedir. Otuzda bir gibi düşük orandan dörtte bir oranına çıktılar. Bugün kıtada sadece Katolikler 10 milyon öğrenciye modern eğitim vermektedirler. Eğitim almak isteyen çocuklar önce vaftiz edilip sonra daha ileri seviyedeki imkânlardan yararlanıyorlar.
Misyonerliği salt bir dini propaganda olarak göremeyiz, zaten amacı o değil. Amaç misyonla gidilen ülkenin ileride bir Avrupalı devlete eski tabirle kapılanmasını sağlamaktır. Yoksa bu kadar Hıristiyan’ın olduğu kıtada Papa’nın birkaç tane Afrikalı danışmanı, yani Afrika kökenli kardinal olmazdı. 62 milyonluk Fransa’da 28 kardinal varken 250–300 milyonluk Hrıstiyan nüfus olduğunu iddia ettikleri Afrika’da birkaç tane kardinal varsa bunu anlamak mümkün değildir. Hıristiyan kültür Afrikalıyı aslında hakir görmektedir ve ona ikinci sınıf insan muamelesi yapmaktadır. Avrupa kiliselerinde her milletten ayin yaptıran din adamı varken belki göstermelik birkaç Afrikalı görmek mümkündür.
İnsanlık tarihinin en berbat köle ticareti bugünkü Avrupa’nın reform ve Rönesans hareketleri esnasında yapıldı. Avrupalılar, Afrikalı insanlar hayvan gibi alınıp satılırken lüks saraylar ve akademilerde insan hakları, medeniyet naraları atarak dünyayı yeni şekil verdiler. Afrika’da yaşanan insanlık ayıbı gizlenerek Avrupa’da fikir hürriyeti, kadın hakları ve daha nice jargonlaşan ifade ile dünyayı kandırdılar. Ama Afrikalıların o dünyada hemen hemen hiç yeri yoktu. Belki 100 milyon, belki daha fazla köleleşen bu insanlar Obama’ya kadar hiç iktidar yüzü göremediler. Obama’yı şanslı kılan da eski kölelerin soyundan gelmemiş olmasıdır.
Osmanlı’da Avrupalılarınki ile kıyas edildiğinde hiç yapılmamış denecek kadar azdır. Kaldı ki Osmanlı topraklarına esir olarak gelen köleler hiçbiri Kunta Kinte muamelesine tabi tutulmamış. Beraber yaşadıkları ailenin bir ferdi olup yeri gelince mirastan bile pay almışlardı. Osmanlı sarayının en itibarlı ağaları Afrika’dan gelirken Amerika’ya götürülenler ölüm kalım mücadelesi veriyorlardı.
AFRİKA – ANADOLU BAĞI
Afrika’da Osmanlı haricinde kurulmuş İslam Devletleri de vardı. Hz. Ömer döneminde başlayan İslamlaşma sürecinin ardından Emeviler Afrika’da İslamiyeti en fazla yayan devlettir. Sonra Abbasiler bu mirası almış ve onların adına Türkler Mısır’da ilk Müslüman Türk devletinin kurulmasına vesile oldular. 868’de kuruşlan Tolunoğulları, ve 965’deki İhşitler bunların en bariz örneğidir. Sonra medeniyet tarihine ciddi izler bırakan Fatımiler, Eyyübiler ve Memlüklüler kuruldu. Bunlar Mısır merkezli devletlerdi. Mağribde ise Rüstemiler, İdrisiler, Muvahhidler, Murabıtlar, Ziriler, Hafsiler, Meriniler, Sadiler ve halen Fas’ta hüküm süren Filaliler bunların en önde gelenleridir. Afrika’nın en uzun ömürlü sultanlığı 1900’de Fransızların yıktığı Bornu-Kanim devletidir. Batı Afrika’da Gana ve Mali Sultanlığı, Sokoto Halifeliği, Doğu Afirka’da Harar Sultanlığı ve Func, Darfur, Vaday ve Kilve Sultanlıkları olup bunların her birinin tarihte bıraktıkları çok önemli izler var.
Afrikalıların Anadolu ile bağı güçlüydü. Paris’te yayınlanmakta olan Echos de l’Orient isimli derginin 1923 yılı Ekim ayında çıkan 80. sayısında ele alınan bir yazıda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması üzerine Madagaskarlı Müslümanların duydukları sevinci ifade eden kelimeler inanılır gibi değil. 7 Ekim 1923 tarihinde bu derginin Madagaskar’ın önemli şehirlerinden Tamatave’deki muhabiri Paris’e önemli bir haber geçmişti. Onun bildirdiğine göre Türkiye Cumhuriyeti ile Düvel-i Muazzama arasında varılan anlaşma, Afrika’nın en güneyindeki Müslümanları sevince boğmuştu. Uzun zamandır böyle bir habere susamış olan bu adanın Müslümanları yüzlerini göğe çevirip bağımsız Türkiye’nin refahı ve geleceği için Allah’a dua etmeye başlamışlardı. Hatta Lozan antlaşmasının imzalanmasını bir başarı olarak görüp sevinç gözyaşlarına hâkim olamamışlardı. Derginin daimi okurları arasında bulunan İbrahim Mansur isimli bir Müslüman’ın Osmanlıların Avrupalılara karşı yaptığı savaş esnasında bitmek tükenmek bilmeyen bir gayret içerisinde olduğundan bahsetmekteydi. Çünkü o, Anadolu Müslümanlarının savaş kurbanlarına verilmek üzere durmadan maddi yardım toplamakla meşguldü. Fransa’da yaşadığı anlaşılan bu gayretkeş Müslüman, Lozan antlaşmasının imzalanmasını duyar duymaz ülkesine bir telgraf çekerek bütün Madagaskar Müslümanlarının bu önemli olayı bayram olarak kutlamalarını ve bu önemli gün dolayısı ile bütün işyerlerini kapatmalarını istedi. Gerçekten de ertesi gün sabahleyin Müslümanların ve Hintlilerin bütün işyerleri kapandı. Saat sabah 9’da Madagaskar’daki tüm camilerde Türkiye’nin bağımsızlığı için şehit düşenlere dualar edildi. Devasa adanın her tarafına asılan Türk bayrakları burayı işgal altında tutan Fransa’nın bayraklarına karıştı. O güne kadar Madagaskar’da böyle bir coşku ve bu kadar Türk bayrağı daha önce görülmemişti. Akşam ise yine bütün camilerde hatimler ve mevlitler okundu.
Türkiye’nin bundan haberi oldu. Tamate şehrinde yaşayan Müslüman toplumu adına Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne (TBMM) bir tebrik telgrafı çekildi. Telgraf çok kısaydı; “İslam’ın muzaffer davası için sonsuz minnetimizle. Türkiye için yeni bir dönemin ortaya çıkışı yolunda TBMM ile fikir birliği içindeyiz” denildi.
Madagaskarlı Müslüman gönüllüler tarafından Tanarive ve Tamatave şehirlerinden Türkiye’deki yetimler ve savaş gazileri yararına toplanan yardımlar listeler halinde Echos de l’Orient dergisine gönderiliyor ve burada yayınlanıyordu.13. listede bu amaçla yardımda bulunan 33 Müslüman’ın adı yer alıyordu. İçlerinde çok yüksek yardımlarda bulunan 3 Müslüman vardı ve bunlar 500’er Fransız Frankı yardım göndermişlerdi. İmkanları sınırlı olduğu halde mutlaka yardım etmek isteyen Müslümanlar ise 5 Frank dahi olsa göndermeyi ihmal etmemişlerdi. Bu listede bulunanların çoğunun 25’er Frank yardımda bulunduğuna şahit oluyoruz. Sadece bu 13. Listede yer alan Müslümanların biriktirdiği yardım miktarı toplam 2.779 Frank 80 Kuruş’a ulaşmıştı.
Bir milyar nüfusu, 30 milyon kilometre kareyi aşan toprağı, 53 bağımsız ülkesiyle ve dünya hammadde kaynaklarının %25’ine yakın rezervleriyle ciddi bir cazibe merkezi durumdadır. Eskiden dünyanın süper güçleri Afrika’ya kapaklanırdı, şimdi Afrika dünyaya kendi iradesiyle açılıyor. 100 metre yarışında 10 saniyenin altına inan Usain Bolt gibi sporcular ve Obama gibi siyasetçiler ve Micheal Jackson gibi şarkıcılar Afrikalılar adına dünya gündeminde fazlaca yer alsalar da aslında Afrika’da bu anlamda çok cevherler var. Yeter ki üzerlerindeki sömürgecilik kâbusunu büsbütün atsınlar. Onları mahveden yeni sömürgecilik belasından tam anlamıyla kurtulmaları gerekmektedir. Avrupalıların belasından kaçarken Çin, Rus, Hint fırtınalarına, hatta kasırgalarına kapılmamaları gerekiyor. Zira bu sefer daha ağır geçer çünkü karşılarında 350 milyonluk Avrupa değil üç buçuk milyar nüfuslu Asya var.
AFRİKA’DA İSLAM
İslamiyetin giderek yaygınlaşmaya devam ettiği kıtada 600-700 milyon arasında Müslüman yaşadığı ileri sürülmektedir. Önümüzdeki yıllarda daha istikrarlı bir Müslüman kimliğinden bahsetmek mümkün olacaktır. Yok edilmek istenen İslam kimliği büyük bir hamle ile yeniden canlanmaktadır. Kıtanın her tarafında yükselen minareler, açılan Kur’ân Okulları, İslam Üniversiteleri yeni nesil Müslümanları aydınlık bir dünyaya doğru hazırlarken bundan en çok çekinenler misyonerler ve onları finanse eden dünyanın sermaye babalarıdır. Ama Hazreti Bilal’in ve Necaşi’nin torunları ile Tarık bin Ziyad’ın mücadele ruhlu gençleri yarının İbn Battutalarını, İbn Haldunlarını, Muhammed b. Ali es-Senusilerini çıkaracak atılımlar yapmaktadırlar.
Bizim insanımız 1900’lerin başında Afrika’ya küsmüştü. 2000’lerde bu küskünlük geride kaldı. Eskilerin tabiriyle “taşıma suyla değirmen dönmez” deriz. Türkiye 1950’lerde, 1980’lerde ve 2000’lerde hangi hamlelerle dünya ekseninde çıtasını yükseltiyorsa Afrika toplumları da onu yapmak için ciddi rehberlere ihtiyaç duymaktadır. Yerinde onları eğiterek geleceğe hazırlamak en geçerli yoldur. Afrikalıları Osmanlı Devleti’nin yaptığı gibi Afrika’da tutmak ve orada kalkınmalarını sağlamaktır. Onlar asırlarca Amerika’da Avrupalıları kalkındırdılar. Kendi ürünlerini mamul hale getirecekleri fabrikalar kurmak, zeki çocuklarına en iyi eğitim imkânları sağlamak, sanat ve kültür elçilerine destek vermekle olur. Kendi kaynaklarının dünyanın hangi ihtiyacını nasıl karşıladığını öğrenmelerini sağlamak gerekir. Hammaddeyi değil mamul maddeyi üretip satan toplumlara dönmelerine yardımcı olmalıyız. Dünyayla kavgalı değil barışık toplumlara dönüşmelerine rehberlik etmeliyiz.
Mustafa Uzun, Araştırmacı-Yazar
www.afrikacalismalarimerkezi.com