“Boğuşan devler var uzak bir yerde,
Kanlı hiddetidir bu ses onların.
Yarın bir gül açar bu bahçelerde,
Belki son çığlığı boğulanların.”
Ahmet Hamdi Tanpınar
Beyaz Lucifer’lerin hilesi
“Bir sihirbaz, yanına birkaç kilo süt tozu alıp Afrika’ya gitti ve halka şöyle seslendi: ‘Ey ahali! Tanrı sizin açlığınızı görüp yoksulluğunuza acıdı ve beni kurtarıcı olarak size gönderdi. Benim başka peygamberlerinkine benzemeyen mucizelerim vardır. Benim mucizelerim karın doyurur, onlarınki gibi metafizik değildir. Suyunuz var, Tanrı bana öyle bir güç vermiştir ki Afrika’nın şu aç insanları için suyu süt yaparım, hem de şu bildiğiniz sütten. İnanmayan varsa, gitsin su getirsin.’
Sihirbaz tavırlı papaz, gelen sulara okuyup üfledikten sonra, gizlice süt tozuyla karıştırıyordu. Bu sütten içenler, bu azize tereddütsüz iman ediyorlardı. “Ben mehdiyim!”diyordu, “peygamberim.” Ardından ekliyordu: “Tanrı, benden sonra insan kılığında gelecektir; ben onun müjdecisiyim.”
Papazın dini kısa zamanda yayılır. Ve sonra bir general gelir Afrika’ya. Bu generali, sihirbazın müjdelediği Tanrı yerine koyar Afrikalı ve itaat eder ona.
Garaudy’nin teşhisiyle;
“Filipinlerden Latin Amerika’ya kadar işkenceci diktatörler, (Papa ) tarafından ziyaret edilerek cellâtlara adeta kefil olunur.”
Afrika’nın bazı düşünür ve önderleri Beyaz Lucifer’lerin hilesinin farkına vardığı zaman emperyalizm, sömürgeler imparatorluğuna hükmediyordu.
Bir uykuya yaslanmıştır toplumlar
Yüzünde sevimlilik maskesi, elinde İncil, dilinde “medeniyet, çağdaşlık”; arkasında saklı kana bilenmiş eğri hançer… Beyaz Lucifer’ler, kara ülkelerin göbeğine “Sabah Yıldızı” gibi doğuyordu.
Latince’de “ışık getiren”dir Lucifer, Eski Ahit’te Şeytan. Yani kötülüğün timsali, ifrit! Beyaz Lucifer’ler, Kara Kıtanın kararmış gönüllerine aydınlık getirecektir, ağzında durmaksızın çiğnediği “medeniyet” sloganı. “Ah, bu çılgın yağma”nın allı pullu güzergâhı kelimeler…
Kuvvet ihtirasından doğar emperyalizm. “Mecbur kalınca kuvvet haktır.”diyor Machiavelli. Tamahkârlık ise bir mecburiyet… Geniş sahada maskeli baloya çıkar; gasp etme histerisine tutulmuş Lucifer’ler… Değerli madenlerini bağrından söküp almak için Kara kıtaya, en masum maskesiyle gider. Misyonerlik ve uygarlık, sığındığı iki safsata. Bir taraftan sömürür yerel halkı, bir taraftan asimile edip öz benliğinden uzaklaştırır. Ve yağmalar topraklarını!
“Bir uykuya yaslanmış”tır toplumlar… Kenyalı önder Jomo Kenyatta diyor ki:
“Avrupalılar geldiği zaman onların İncil’i vardı bizim toprağımız; şimdi ise onların toprağı var, bizim ise İncilimiz.”
Dillerinde yakarış mezmurları, başlarında fötr şapka, boyunlarında çıplak bedene takılan kölelik yuları: kravat! İşte çağdaş Afrikalı. Tam bir Avrupaî.
Emperyalizmin küresel Lucifer’lere iki emri: Yayılacaksın ve sömüreceksin! Bu yüzden salt yayılmacılık değildir emperyalizm, zehirli bir zakkum gibi içinde saklar sömürüyü! Hiçbir ilkeye ve vicdana dayanmaz. “Çökeceksin gırtlağına, zorla da olsa alacaksın istediğini.” felsefesiyle hareket eder. Her türlü vahşeti, cebri, şiddeti, saldırganlığı, katli vacip görür yayılırken.
“Emperyalizm, beynelmilelcilik, kuvvet ihtirası, sınıf kavgası, işte medeniyetin meyveleri.”
Galipler ve mağluplar!
16. yüzyıl… Muhteris İngiliz Lucifer’ler, hükmetme arzusuyla denizaşırı sömürgeciliğe ve köle ticaretine başlar. “Çanlar kimin için çalıyor?” Afrika için! On üç milyon Afrikalı, esir olarak taşınır Amerika ve Karayipler’e. “Gözlerinde yaşamak korkusu”… Yaşamak korkusu, otuz beş milyon Afrikalı’nın göz bebeklerinde. İşkence ve eziyetler… Nihai varış; ölüm. Çünkü o bir siyah derili. Beyaz efendilerine hizmet için yaratılmıştır. Önce Afrikalı inandırılır; insan olmadığına, alınıp satılan bir “mal” olduğuna, önce kendisi inanır Afrikalının.
17. ve 18. yüzyıllar… İngiltere Krallığı, süper güç olma yoluna girer. Kırbaç cezası korkusuyla dur durak bilmeden çalışıp yetiştirilen ürünlerin satışı, İngiliz burjuvazisini doğurur. Burjuvazi; Alman ahlâk sosyalistlerin deyimiyle; “para sınıfı”… Ya da “para vesilesiyle yabancılaşmış” tabaka.
Denizaşırı koloni ve ticaret karakollarıyla yetinmez İngiltere, kendi egemen sınıfını zenginleştirmek için yeni hammadde ve pazar arayışlarına yönelir. Hem Kuzey Amerika’yı hem de “Kraliyet Mücevheri” adını verdiği, baharatından tüm yeraltı ve yerüstü varlıklarına göz diktiği Hindistan yarımadasını da topraklarına ekleyince muazzam bir imparatorluğa dönüşür.
I. Victoria dönemi… “Üzerinde Güneş Batmayan” doğar! Büyük Britanya İmparatorluğu, dünyanın dört bir yanını kana boyayarak gözyaşıyla bezeli tahtını kurar yeryüzüne. Galipler ve mağluplar! 1922 yılında ihtişamının zirve noktasına ulaştığında; Afrika’yı, Hindistan yarımadasını, Kuzey Amerika’yı, Orta Doğu ve Avustralya’yı kapsayan, yaklaşık otuz yedi milyon kilometre karelik topraklarına hükmediyordu; dünya nüfusunun ise dörtte birine.
“Bunu hiç unutma evlat!” diyor Aliyâ:
“Batı hiçbir zaman medenî olmamıştır ve bugünkü refahı, devam edegelen sömürgeciliği; döktüğü kan, akıttığı gözyaşı ve çektirdiği acılar üzerine kuruludur!”
Hindistan’da üretilen milyonlarca ton buğday, İngiltere’ye ihraç edildiği için sayısı yirmi dokuz milyonu bulan Hindistanlı, açlıktan kırılır. Bağımsızlık mücadelesinde ise on milyon Hintli kayıma uğrar. Şiddet içermeyen pasif direnişin sembolü Gandhi’nin sesi ünleniyordu:
“Yemin ederim ki, dünyanın bütün toprakları bir tek insanın kanını akıtmaya değmez.”
Bulutlar kanlı bir hiddetle yüklü!
17. yüzyıl… Hollandalı Lucifer’ler, binlerce Afrikalıyı ya katleder ya da köle olarak kaçırır; evlerine, arazilerine el koyar.
Bu yüzyıldan itibaren Hollanda; Asya’dan Afrika’ya, Güney Amerika’ya sömürge turuna çıkar. Fildişi Sahili’nde, Senegal’de, Gana’da kurar kolonilerini; Güney Afrika’da, Namibya ve Angola’da kurar. Ve tepe tepe kullanır buraların tabiî ve insanî kaynaklarını. Asya’nın da köle ticaretini elinde bulundurur Hollanda; çalıştırır Madagaskarlı, Endonezyalı, Hindistan ve Sri Lankalı köleleri. Ezenler ve ezilenler! Bir Hollandalıya yaklaşık iki yüz köle düşüyordu.
Emperyalizm, sürekli ilerlemek ve ilerlerken büyük balığın küçük balığı yutması… Aç gözlü, doyumsuz Batı’nın başarı iştihası… Emperyalizm, kapitalizmin ulaştığı doruk noktadır. Kapitalizmin gelişim sürecini Lenin şöyle izah eder:
“Kapitalizm geliştikçe hammadde eksikliği de kendini o denli duyurmaktadır; rekabetin koşulları o denli sertleşmekte, bütün yeryüzünde hammadde kaynakları arama çabaları o denli alevlenmekte, sömürgelere sahip olma savaşımı o denli amansız olmaktadır.”
Bu insafsız kapışmada, tam üç yüz elli yıl Endonezya’yı tüm zenginlikleriyle istismar eder Hollanda. Bağımsızlık mücadelesi vermeye yeltenince, binlerce Endonezyalı asker öldürülür. Ah! “Bulutlar kanlı bir hiddetle yüklü” Ve nice nice kıyımlara sahne olur; Cava, Sumatra adaları.
Paranın bütün hazlara ve iktidarlara ulaşma imkânı sağladığı toplumlarda, kapitalizmin vahşi iştahı, hiçbir ahlâk tanımayan rekabet ilkesi, Hobbes’un da tehlikeye işaret ettiği gibi “herkesin herkese açtığı savaş”a götüren felaketin tâ kendisidir.
Evet, Kapitalin mütecaviz Lucifer’leri, âli menfaatleri uğruna her türlü tahakkümü, katliâmı, caniliği, istilâyı hak gibi görür. Egoisttir! Sadece kendi varlığını kabul eder. Garaudy’nin ifadesiyle;
“Batılılar yüz milyonu aşkın Amerika Yerlisini öldürerek dünyada daha önce benzeri görülmemiş bir soykırım yaptı. Bunun ardından üç yüz yıl süren köle ticareti sırasında en az yüz milyon Afrikalıyı da öldürerek bir başka akıl almaz soykırımı gerçekleştirmiştir.”
Altın sarısı düş peşinde!
Kapitalizm… Para kazanma hırsı! Piyasaya sarhoşluğu! Tekelleşme! Savaşçı rekabet! Çıkar çatışmaları! Yoksul toplumların kanını emme! En büyük ve süper güç olma hırsının emperyalizmin tahrip gücüyle, şiddet iştiyakı ve yutma iştihasıyla birleşmesi…
Altın, gümüş, elmas rezervi olan, toprağından petrol fışkıran ülkeler kapitalizmin ve emperyalizmin cazibe odağıdır.
15. yüzyılın sonu… Altın sarısı bir düş görüyordu yağmacılar. Orta ve Güney Amerika’daki altın madenlerinin ve diğer zenginliklerin izini süren İspanyol Lucifer’ler, bu bölgede kök salmış kadim medeniyetlerden Aztek, Maya, İnka uygarlıklarını acılı ve vahşi yöntemlerle yok eder. Peru’yu işgal eden İspanyol Francisco Pizarro, belge niteliği taşıyan günlüklerinde, İnka halkına soykırım yapıldığını gururla itiraf ediyordu. Şu kıyım bahşeden madenler… Neden kanlıdır elmas? Neden altın kor ateşten?
Bir mezar hüznüne akan zaman!
16. yüzyıl… Fransız Lucifer’ler çıkar sahneye; hem Afrika’nın batısında hem de kuzeyinde yirmiden fazla ülkede kurar hâkimiyetini. Senegal, Benin ve Fildişi Sahili Fransa’nın köle ticaret merkezlerine dönüşür. “Bir mezar hüznüne akan zaman/Baharı olmayan kışlardan”… Üç yüz yıl boyunca Afrika’nın yüzde otuz beşini, kontrolünde tutar Fransa. Hürriyet mücadelesinde iki milyon Afrikalı yitirir hayatını. “Her çığlık yanıp tutuştu her şafakta.”
Çılgın Fransız Lucifer’lerin tahakküm politikalarının başköşesinde kültür vardır. Cezayir toplumuna, 1830 senesinden itibaren kültürel sahada soykırımı uygulanır. Dinlerine, dillerine uzanır, zengin kültürel mirasına uzanır ecnebi eller, Fransız askerinin eli. Dinî ve ilmî eserleri, alabildiğince değiştirilip dönüştürülür. İrfanı sökülüp alınır elinden Cezayir’in. Yüzlerce yazma eser, kitap ve belge içeren arşivi, ülkeden kaçırılır. Fransız kültür ve uygarlığına karşı direniş gösteren yaklaşık bir buçuk milyon Cezayirli “Setif ve Guelma Katliamı”nda imha edilir.
Kaynak bakımından zengin, suyu bol, nüfusu kalabalık, insan gücü bedava, ekonomisi zayıf, sanayi bakımından az gelişmiş ya da hiç gelişmemiş memleketler, Lucifer’lerin iştihanı kabartıyor.
İspanya 19. yüzyıla kadar kanlı yayılmacılığını sürdürür. Karayip Denizi’ndeki Küba ve Porto Riko’yu; Afrika kıyı şeridinde uzanan Batı Sahara’yı ve katliamlara mezar olan Ekvator Ginesi’ni işgal eder. Pasifik’teki Filipinler ise tam üç yüz yıl İspanya İmparatorluğuna itaat eder; her şeyiyle.
Kader cellâdına sessizce uzat boynunu!
19. ve 20. yüzyıl arası… Alman Lucifer’ler Namibya, Ruanda, Burundi, Tanzanya, Togo ve Kamerun’a sömürü sistemini götürür. 20. yüzyılın başlarında her akşam bir çarmıh kurulur. “Kader cellâdına sessizce uzatır boynunu” Namibya! Sürgünde yahut toplama kamplarında beyaz gölgeler; cellâtlar… Ve katl! Çığlık tutuşur! Heroro nüfusunun yüzde sekseni katledilir ve Nama nüfusunun da yüzde ellisi. Azami fayda sağlamak için kafatasları, bilimsel deneyler için Almanya’ya götürülür. Alman Doğu Afrikası’nda ise istilacı Lucifer’ler, çıkan ayaklanmaları sebep gösterip talan eder bölgeyi, halkı öldürür, tarlaları verir ateşe. Bu ateş tufanı, savrulan kemiklere mezar olur.
“Bir azabın çarkında gerilmiş ağaran gün.”
19. yüzyıl… Berlin Konferansı sonrasında Belçikalı Lucifer’ler, “Kongo’ya medeniyet götüreceğini” iddia eder. “Çılgın bir kahkahanın haşyetiyle” ürperir kara benizler! Kauçuk ve fildişi bakımından hayli zengin olan ülkeyi kendi mülkü ilan eder Belçika.
Kauçuğa olan talep dünya çapında artıyordu. Belçika Kralı II. Leopold ise piyasayı elinde tutmak istiyordu. Kauçuk tarlarında çalıştırmak için yerli halka boyun eğdirir. “Karanlık sularında çırpınan her gölge”, delicesine çalışmalı ve günlük kauçuk kotasını doldurmalıydı. Kotalarını dolduramayanları bekleyen akıbet: Hem kendilerinin hem de çocuklarının el ve ayaklarının kesilmesi… Ay ufukta harelenirken bir kızıl matem düşüyordu geceye.
“Kongo Kasabı” diye nam salar Kral Leopold. Fena muamele, cebir, açlık ve hastalık nedeniyle yerli halkın yarısı kırılmıştır. Brüksel’deki sarayına “Afrika Müzesi” açar Leopold. Kongo’dan getirdiği yerlileri- böcek seslerinden, yıldız ışığından ürperen canları- birer birer sergiler hayvan gibi, bu müzede.
1904 senesinde Kongo’dan kaçırılıp Amerika’ya götürülen ve hayvanat bahçesinde maymunlarla birlikte sergilenen Afrikalı Ota Benga, sonrasında intihar eder.
Bağrında bıçak yarası, gözünde korku ve ıstırap!
Ekonomik dalgalanmalar, iç karışıklık, halkı kutuplaşmaya müsait ülkeler, Küresel Lucifer’lerin göz bebeğidir.
Ruanda yakın bir zamanda, 1994 yılında, dünyanın gözü önünde ölümlerden ölüm beğenir. Belçika, kahve bakımından mümbit sömürgesi Ruanda’da ırk ve etnik ayrıma dayanan politikalar izliyordu. Ülkenin çoğunluğu Hutu, azınlığı Tutsi idi. Belçikalı Lucifer’ler, Avrupai görünümlü Tutsilerin, Hutulardan daha üstün olduğunu ileri sürüyor, aralarına nifak tohumu serpiyordu. Hutular’la Tutsiler arasında amansız bir çatışma başlar.
“Gece esrarlıydı; gölgelerse siyah, donuk…” Gözü dönmüş Hutu cellâtları, gece yarısı gelip çatınca; gizli eller tarafından kamyon kamyon dağıtılan testerelerle yahut bıçakla ya da satırla, baltayla komşusu ya da akrabası olan Tutsileri doğruyordu. “Bağrında bıçak yarası” gözünde korku ve ıstırabın son kırıntısı…
Bilmezler, nasıl atılır insan ölüme; donuk, renksiz, tesellisiz. Parası olan Tutsiler, ücretini ödeyerek tek kurşunluk acısız bir ölüm satın alıyordu. Adam parçalamaktan yorulan Hutu milisleri, kaçmasını önlemek için Tutsilerin aşil tendonlarını kesiyordu.
Birleşmiş Milletler, sekiz yüz elli bin kişinin canına mal olan Ruanda Soykırımını basından, televizyonlardan izliyor, kılını dahi kıpırdatmıyordu. Amerika ve Fransa, soykırım sözcüğünün tüm belgelerden çıkarılmasını istiyordu.
Kızıl kavsi ateşten izlerle çizildikçe!
19. yüzyıl… İtalyan Lucifer’ler, önce Doğu Afrika’daki Eritre’yi işgal eder ve müstemlekesi yapar. Sonra Afrika kıtasında kalan son Osmanlı toprağını, Trablusgarp’ı kestirir gözüne. Yıl 1911. Bir eylül günü harp ilan eder; Osmanlı’ya. Çöl Aslanı Ömer Muhtar’ın önderliğinde soylu bir direnişe geçer Libya. Çatışmalarda yüz binlerce Libyalı ölür ve on binlercesi de evinden barkından olur.
20. yüzyıl… İtalyan Lucifer’ler; Etiyopya, Somali, Eritre ve Kenya’yı kapsayan bölgede kurar kolonilerini. “Kızıl kavsi ateşten izlerle çizildikçe” sürdürür cinayetlerini İtalya. Eritre’de sürdürür, Libya’da sürdürür ve kimyasal silah kullandığı Etiyopya’da… Otuz bini aşkın Etiyopyalı’nın öldürülmesi emrini veren Mareşal Rodolfo Graziani, “Fizan Kasabı” diye geçer tarihe.
“Kapitalizm herkesi herkesin cellâdı haline dönüştürdü. Sabahsa akşama varmak için, geceyse sabahı görmek için cellâdına gülümsemek zorundasın.”
Özgürlük Heykeline kan sıçrıyor!
18. yüzyılda, Britanya İmparatorluğuna ait on üç koloninin bağımsızlığını kazanmasıyla Yerlilerden gasp edilen Kuzey Amerika’da kurulmuştur Amerika Birleşik Devletleri. Tüm dünyaya demokrasi, özgürlük, insan hakları, adalet, serbest pazar ve hukukun üstünlüğünü getirme emeli vardır. “Öncülük Tezi”nde Turner, medeniyet için gereken yaratıcılık ve gücü, Amerika’nın taşıdığını ileri sürüyordu.
Amerikalı Lucifer’lerin, “hukuk”, “özgürlük”, “demokrasi” maskesiyle ayak bastığı her coğrafyada, büyük trajediler yaşanıyor. Kan sıçrıyor Özgürlük Heykeline, her cinayette kan sıçrıyor!
10 Mart 1945… Tokyo’ya iki yüz yetmiş beş uçak dolusu bombayla ayak basar Amerikalı Lucifer’ler! Tarihte en fazla insanın öldüğü, Tokyo’nun yüzde yedisinin yok olduğu hava taarruzudur bu. Halkı kıstırmak için şehrin çevresi, yangın bombalarıyla ateş çemberine alınır öncesinde. Tam yüz altı kez bombalanır Tokyo; “Yıldızları söndürülmüş geceler”de!
Emperyalizmin felsefesidir pragmatizm. Pragmatik düşünme biçiminde, başarı, her türlü eylemin biricik ölçüsüdür. “Başarı kadar hiçbir şey yararlı değildir.” Pragmatizmde temel sorun, yöntem değil sonuçtur. Hangi araçlarla olursa olsun mühim olan amaçtır. Başarıya götürdüğü sürece istenilen her şeyi kullanmak suç sayılamaz.
6 Ağustos 1945… Amerikalı Lucifer’ler, doğal radyasyon tarzı kimyasallarla üretilen, insanlığı gayya kuyularına iten Uranyum-235 ve Plütonyum-239 tipi atom bombalarıyla nükleer saldırı düzenler; önce Hiroşima’ya, üç gün sonra da Nagasaki’ye. Japonların en fazla dışarıda oldukları saati gözettiklerinden, binlerce insan taş ve toprağa karışır, binlercesi de sakat kalır.
William James’a göre pragmatizm, köken itibarıyla Avrupalı, ancak taşıdığı nitelikler bakımından Amerikalıdır. Bünyesinde hiçbir değer ölçüsü barındırmayan, problemin sadece fiili faydasını dikkate alan pragmatizmde biricik soru şudur: Bu, benim işime yarıyor mu?
1963-1973 yılları arası… Vietnam Savaşı! Sonuca ulaşmak için işkence, taciz, kimyasal silah, sivillerin itlafı, toplu infaz gibi her türlü yöntemi meşru sayar Amerikalı Lucifer’ler. Portakal gazıyla sivil halk, imha edilir. Canlılar üzerinde silinemez izler bırakan “Napalm” adlı korkunç bomba, Vietnam halkı üzerinde denenir.
“Süper Güç” olmak için süper taarruzların elzem olduğunu düşünüyordu. Endüstrisi ve ziraatı hayli gelişmişti. Daha fazla büyüme için saldırmalıydı! Yabancı pazarlar için, petrol için, yokluğunu hissettiği tüm hammaddeler için dış siyasette saldırgan bir politika izlemeliydi.
Yıl 1990… Amerikalı Lucifer’ler, altı haftada seksen beş bin ton bomba yağdırır Irak’a. Yüz on üç bin kişi telef olur.
1991 yılı… Birinci Körfez Savaşı! Irak’a demokrasi götürmek için kolları sıvar Lucifer’ler! Ve dünya, eşsiz bir katliamı seyreder. Aynı yıl… Amerika, Sudan’da bir silah fabrikasına füze saldırısı gerçekleştirdiğini ilan eder. Bombalanan fabrika, Afrika’nın en büyük ilaç fabrikası El-Şifa’dır.
2001 yılı… 11 Eylül saldırısını bahane ederek Afganistan’ı işgal eder. Yüz elli bin sivil yitirir yaşamını.
“Ya bizimlesiniz ya da karşımızdasınız!” gözdağı mesajını verir muhataplarına. Afganistan harekâtından önce Pakistan’a, kendileri ile birlikte olmazlarsa ülkeyi “Taş Devrine” dönüştüreceği tehdidini savurur.
2003 yılı… “Irak’ı Özgürleştirme Operasyonu” adı altında Irak’ı yeniden istila eder. Bir milyondan fazla halkı katleder, yaklaşık beş milyon Iraklı vatanını, yuvasını terk etmek mecburiyetinde kalır.
Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, televizyonlarda Irak istilasında beş yüz bin çocuğu katlettiklerini, kazanımlarının buna değdiğini söyler gururla.
Çatışmalardan, karışıklıklardan, kıtlıktan, iflastan beslenir Amerika. Zayıflarla ilgilenir. Gelişmemiş, sanayileşmemiş ülkeleri yem olarak görür. Ortam uygun olunca doludizgin ilerler. Şartlar müsaitse sömürü kaçınılmazdır. Bertolt Brecht’in mısralarıyla;
“Vatan millet hep palavra / Savaşlar da bahane Bu düzende tek kural var /Artmalı hep sermaye. Kapıların arkasında /Bölüşürler pazarı Çıkarları çatışınca /Başlatırlar savaşı…”
“Güçlüyüm istediğimi yaparım” ilkesiyle hareket eder Amerika. İç karışıklık için nifak tohumları serper, anlaşmaya giden her yolu tıkar. Çıkan iç savaşlarda ayırımcılık, kışkırtma, böl-parçala-yönet yöntemini uygular.
Bulutlar geçer karadan karaya, bulutlar gezer ülkeden ülkeye…
1950-59 yılları… Küba! Rejim değişikliğine müdahale eder, devrim esnasında desteklediği yönetim birliklerince altmış bin Kübalı katledilir.
1953 yılı… İran! Ekonomik, siyasi ve askeri destek verdiği darbeyle başbakanı devirir; on binlerce İranlı infaz edilir.
1965 ve 1966 yılları… Endonezya! Askerî ve ekonomik yardımlarla solcu hükümetin devrilmesini tertip eder; beş yüz bin ila bir milyon arası Endonezyalı köylü, işçi ve aydının ölümüne yol açar.
1974-1983 yılları… Arjantin! Silahlandırdıkları rejim ve onun müttefiki ölüm mangaları, otuz bin insanı öldürür.
1977 yılı… El Salvador! Askerî yönetime destek verir, yetmiş bin Salvadorlu öldürülür.
1909 yılı… Nikaragu! Önce ülkeyi işgal eder sonra finanse ettikleri devrim karşıtı Kontralar burada iç savaş çıkarır; elli bin sivil hayatını kaybeder.
1980-1988 yılları… Irak! Saddam Hüseyin’e destek verir; Irak’a, milyarlarca dolarlık silah gönderir. Bu silahlar Saddam tarafından İran’a ve Kürt kimliğine karşı kullanılır.
1983 yılı… Grenada! “Özgürlüğü koruma ve barışı sağlama” sloganıyla buraya askerî müdahale yapar, yüzlerce kişi katledilir.
1983 yılı… Lübnan! Barışı sağlamak için giriştiği iki büyük harekâtla ülkenin üzerine çöker; on dört bin deniz piyadesi, binlerce kişiyi katleder.
1989 yılı… Panama! Başkan, emirlerine itaat etmeyince ülke işgal edilir üç bin Panamalı sivil öldürülür.
1992 yılı… Bosna-Hersek! Balkanlara müdahale edince burada etnik çatışmaları tetikler; iki yüz elli binin üzerinde Müslüman Boşnak, Sırplar tarafından tüm dünyanın gözü önünde eşine ender rastlanan katliamla soykırıma uğrar.
2003 yılı… Sudan! Darfur bölgesindeki serveti yağmalamak üzere buraya el atar, müttefikleri ile katliamlar başlatılır; iki yüz ila üç yüz bin Sudanlı telef olur.
2011-2018 yılları… Suriye! Bu coğrafyada öyle bir iç savaş başlar ki yüz binlerce insan hayatını kaybeder. Kendi güdümünde bir devlet kurma hevesiyle PKK-PYD’yi silahlandırınca ülke yaşanılmaz hale gelir. Halk kendi ülkesinden kaçar ve başka ülkelere sığınır.
2012 yılı… Mali! Eğitim verdiği ordu kaptanı tarafından bir darbe gerçekleştirilir.
2013 yılı… Mısır! Arap Baharından sonra, İsrail ve Arap müttefikleriyle desteklediği askeri darbe yapılır, karışıklık sırasında binlerce Mısırlı ölür.
Ve Filistin! “Uykusuz geceleri içten kemiren bir hüzün”dür. Yüz binlerce Filistinli katledilir. Amerikalı Lucifer’lerin yardım sağladığı ve silahlandırdığı İsrail’in zulmü altında eziliyor yıllardır.
“Zulüm bizdense ben bizden değilim.” diyor Rachel Corrie. Evet, zulüm sizden ama sen sizden değilsin.
Kötülük sembolü CIA!
Amerikalı Lucifer’ler, ya doğrudan ya da dolaylı yoldan yaptığı müdahaleler, yönettiği darbeler ve CIA operasyonlarıyla dünyanın dört bir yanında hengâme çıkarır. Durmadan körükler ateşi. Amerikalı, kılık değiştirmiş İngiliz’dir. Kızılderili bilgenin tecrübesiyle;
“Bir yerde kargaşa varsa oradan biraz önce uzun bacaklı İngiliz geçmiştir.”
Bir ihtirasla, kinle ilerler; bir hışımla gelip geçer CIA, ülkelerin göbeğinden:
1950’de Guatemala darbesini yönetir, darbe sırasında iki yüz bin sivil öldürülür; 1955’te Endonezya, Laos, Kamboçya’da çok sayıda operasyon düzenler; 1960’da, Kongo’da sömürge karşıtı lideri öldürüp yüz binlerce kişiyi öldüren gaddar diktatörü destekler.
“Kaç güneş çırpındı kanlar içinde”
1961-1962 yıllarında Küba’da Fidel Castro’yu devirmek için planladığı harekâtta iki yüz doksan dört kişi ölür.1973’te Şili’de planladığı ihtilâl sonrasında beş bin sivil hayatını kaybeder. 1970-75 yılları arasında Kamboçya ve Laos’ta bir milyon kişiyi katleder. 1974-1983 yıllarında Arjantin’e saldığı ölüm mangaları otuz bin insanı öldürür.
1980’de Afganistan’ı işgal eden Sovyet güçlerine karşı savaşmaları için Usame bin Ladin ve birliklerini hem eğitir hem de örgüte üç milyar dolar yardım sağlar.
“Savaşın sonunu sadece ölüler görür.” diyor Platon.
“Bir ses yükseliyor başlayan günde”. Irak’ın sesi, Sudan’ın, Suriye’nin sesi… Sanki ağlayan binler yürek var derinlerde. Filistin’de, Ukrayna’da…
Zihinler işgal altında!
Batılı Lucifer’ler, sadece bizim yer altı-yerüstü zenginliklerimizi yağmalamak için gelmez; tüm kültürel sermayemizi, ahlâkî değerlerimizi, lisanımızı, inancımızı, kimliğimizi, tarihimizi ve milli varlığımızı, gençliğimizi de yağmalamak için de gelir.
Ordusuyla yahut CIA ile giremediği yerlere Hollywood’la girer Amerika. Oktay Sinanoğlu’nun ifadesiyle;
“Bir milleti yaşatan kendi gelenekleri, binlerce yıllık süzme süzme gelmiş kültürüdür.”
Kültürün kendisi bir endüstriye dönüşmüş durumda. Adorno ve Horkheimer’a göre kültür endüstrisi, modern sistemin -günümüzde kapitalizm- ve endüstri toplumunun kendini her düzeyde, altyapıda ya da üstyapıda yeniden üretmekte ve meşrulaştırma yöntemini izlemektedir.
20. yüzyıldan itibaren tüm dünyada Anglo-Amerikan kültürü hâkimdir. Sinema filmleri, çizgi yapımları, televizyon programları, basınıyla kendi inancını, giyim tarzını, eğlence kültürünü, tüketim alışkanlıklarını dayatır bize.
“fly Pan-Am
drink Coca-Cola”
McDonald’s, Burger King, Pizza Hut, Coca-Cola Amerikan kültürünün ve kapitalizmin simgeleridir. Sömürgeciliğin kansız yöntemi…
Cellâdımıza şen kahkahalarla gülümserken atı alan Üsküdar’ı geçiyor. Onlar nasıl istiyorsa öyle düşünüyoruz. Onlar neyi istiyorsa onu yiyoruz, onlar neyi diliyorsa onu giyiniyoruz. Afrikalı artık smokinli.
“Emperyalistler tuzağa düşürmek istedikleri ülkeleri kültürleriyle fethetmez, kültürsüzleştirerek, kültürsüzlüklerine inandırarak yok eder.”
Beyinler işgal altında! Genç zihinler mefluç! Cellâdımıza âşık bir gençlik yetiştiriyoruz. Stockholm Sendromuyla diz çöken izzetinefis!
Parayı, tüketimi, güzelliği, cinselliği, hiçliği, konforu, hazzı kendi arzusuyla ilah edinen, dijital dünyanın eğittiği bir gençlik…
Eğitim sistemimiz milli değil, yabancı dil eğitimi ana sınıfında! Dünya tek bir dile doğru, tek bir değere doğru gidiyor. Boynumuza urganı geçirenlerin kanunlarıyla yönetiliyoruz. Medeni kanun İsviçre’den, ceza kanunu İtalya’dan… Türk idare hukuku, Fransız!
“Daldım gözünde vehm uyuyan susmuş ufkuna;
Ey şark, kanmadın mı asırlarca uykuna?”
Leyla YILDIZ
Büyük bir emek ve özveri ile hazırlanan ,yazarın kendine has üslubuyla okuyucu ile buluştuğu bir çalışma olmuş. Tarihsel süreçte emperyalizminin ayak oyunları , çok güzel dile getirilmiş. Tebrik ediyor, yüreklerde makes bulmasını diliyorum.
Teşekkür ederim.
Kıymetli hocam, CELLÂDIMA GÜLÜMSERKEN başlıklı makalenizi dikkatle okudum. Edebiyat öğretmeni olduğunuzu yazınızdaki cümleler tek tek itiraf ediyor 🙂
Makalenizin içeriğine gelince: yazdıklarınıza aynen katılıyorum. Alman tarihi dersi görmüş biri olarak yazdıklarınızı detaylı değil ama özetle okumuş ve derslerde Alman hocalardan duymuşluğum var. Beni bu konuda üzen şey ise insanlarımızın sanki hiç bir şey olmamış gibi vurdum duymaz, miskin ve her şeyi en iyi bilen hal ve tavırları. İkinci dünya savaşında kanlı bıçaklı olan Almanya ve Fransa, savaşın 10 yıl ardından aynı masaya oturup Avrupa’ya nizam getirip savaş baltalarını toprağa gömerken, Müslüman olan ülkeler?! yüzyıllardır ve bu gün dahi her biri kendi içinde ve ülkeler arası anlaşmazlıklar, çatışmalar ve güç mücadelesi vermekten, birbirlerini anlamaya fırsat dahi vermiyor. Bu nedenle halleri ortada. Milyonlarca mültecinin türlü tehlike ve belayı göze alıp Avrupa, aslında Almanya yollarına düşmesi, bu acı tablonun en açık ve bariz göstergesi. Saygılarımla
Teşekkür ederim . Müslümanlar hile ve aldatma yoluna gitmedikleri, milletler arasına nifak tohumu ekmedikleri için onlar isteyince adaveti bir tarafa bırakıp dost gibi aynı masaya oturabiliyorlar. İslam ülkeleri bunu yapmaya kalkışsa asla müsaade etmezler. Böl-parçala-yönet öğretisi ezeli politikalarıdır. Farkında olmak, her şey için ilk adımdır.
Yüreğine sağlık Leyla kardeşim.
Tarihi gerçeklerle dopdolu bir makale ve büyük bir emeğin sonucu. Tebrik ve tebşir ederim sizi.
Nusret Bey, duyarlılığınız için çok teşekkür ederim.
Harika bir makale ellerinize sağlık çok teşekkür ederiz bilmediğimiz bir çok şeyi öyle sayenizde öğrenmiş olduk Allah razı olsun
Ben teşekkür ederim.
Harika bir yazı, Allah razı olsun.
Teşekkür ederim Zekeriya Bay. Sizden de…