Cemil Meriç Türk aydınının bu bilinç kaybını ve teslim oluşunu şöyle ifade eder:
“Kıtaları ipek bir kumaş gibi keser biçerdik. Kelleler damlardı kılıcımızdan. Bir biz vardık
cihanda, bir de küffar…
Zafer sabahlarını kovalayan bozgun akşamları… İhtiyar dev, mazideki ihtişamından utanır oldu. Sonra utanç, unutkanlığa bıraktı yerini, “Ben Avrupalıyım” demeye başladı, “Asya bir cüzzamlılar diyarıdır.”
Avrupalı dostları, acıyarak baktılar ihtiyara, ve kulağına: “Hayır delikanlı” diye fısıldadılar, “sen bir-az gelişmişsin.”
Ve Hıristiyan Batı’nın göğsümüze iliştirdiği bu idam yaftasını, bir “nişân-ı zîşân” gibi gururla benimsedi aydınlarımız.”
Kızıl Elma’nın yeniden bir mefkure olarak ortaya çıkışı Osmanlı’nın son dönemlerine rastlar. Ziya Gökalp’in 23 Kanunusani 1328’de (5 Şubat 1913) Türk Yurdu’nda yayımlanan ünlü manzum hikayesi “Kızıl Elma” ile bu kavram değişik bir muhteva kazanarak yeniden gündeme gelir. Tanzimattan sonraki yıllarda hemen hemen unutulmaya yüz tutan bu sembole yeni bir anlam kazandırmaya çalışan Ziya Gökalp’te Kızıl Elma bu defa, çökmekte ve dağılmakta olan Osmanlı Devleti yerine bütün Türklerin bir araya gelerek kuracakları ve yüzyıllardır özlemini çektikleri Turan ülkesiyle eş anlamda kullanılır. “Kızıl Elma” manzumesi, bütün Türkler tarafından heyecanla karşılandığı gibi bazı oryantalistlerin de konuyla ilgilenmesine yol açar……)
Kızıl Elma’nın asıl sırrı onun müphemiyetinde aranmalıdır. Tarih süreçte farklı muhteva ve görünümlerde ifade bulan bu mefkure, Türk milletinin 3 kıtada tarih boyunca devam eden devingenliğinin anahtarıdır. Eğer Kızıl Elma muayyen, belirli bir hedefe işaret etseydi, Bu Türk Milletinin belli bir noktada durmasına yol açar, muhtemelen Türkler tarih yapıcı rollerini ifa edemezlerdi.
Tarihe bakıldığında Özellikle Selçukluların İslam dünyasına hakim oluşlarından sonra dünyayı iki parçalı bir yapıda ifade etmek mümkündür. Türkler ve diğerleri… son 1000 yıllık dünya tarihinden Türkleri çıkardığınızda geriye pek bir şey kalmaz. Türkler ilerlerken de, geriye düşerken de bu tarihin hep merkezinde olmuşlardır. Eski dünyanın coğrafi olarak bugün aldığı şekil, diğerlerinin Türklerle mücadelesinin neticesinde oluşmuştur.
Kızıl Elma, Nizam-ı Âlem ve Î′lây-ı Kelimetullah kavramlarından da bağımsız düşünülemez. Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi de birer evrensel tasavvur ve tahayyül beratıdır. “Millî Ülkülerden” söz ediliyorsa eğer, var olanla yetinilmiyor demektir. Ülkü kavramı, içerisinde tanımı gereği elde edilenin ötesinde arzuları barındırır. Ötelerin daha ötesidir. Kızıl Elma da tam buna denk gelmektedir: ileri hep daha ileri, ta ki cihanın ufku tükenene kadar. Cihan bir altından elmadır artık…
KIZIL ELMAYI HATIRLAMA VAKTİDİR!
Kızıl Elma’nın yeniden gündeme gelmesi tesadüfi sebeplere bağlanamaz. Bugün dünya ortaya çıkan güç dengeleri etrafında yeniden şekillenmektedir. I. Dünya Savaşı’ndan sonra Anadolu’ya sıkışmamızla açılan parantez kapanmak üzeredir. Tekrar tarihe dönmek bu milletin kaderidir. Bunu başarmak ve gelecekte dünyanın adalet ve güç merkezi olmak için bir mefkure etrafında kenetlenmek gerekmektedir.
Bugün “Kızıl Elma” üzerinden Türklüğün “cihan hakimiyeti” mefkuresi yeniden gündeme geliyorsa bunun bir sebebi, Türk ve İslam dünyasının bir asırdır süren “lider ülke eksikliğine” bağlı parçalanmışlığına dikkat çekmektir. Bu sayede yeni bir “jeo-politik ve jeo-stratejik” bilinç oluşturmanın imkanı üzerine düşünmek bugün Türk aydınının en önemli vazifesidir. Yeniden kültürel hinterlandımızı hatırlamalı ve bugünden, ortak bir gelecek tasavvuru inşa etmenin yollarını aramalıyız.
- Dünya Savaşından sonra verdiğimiz kurtuluş mücadelesiyle Anadolu coğrafyasındaki varlığımızı sürdürebildik belki ama kültürel bağımsızlık savaşından başarıyla çıktığımızı iddia etmek son derece güçtür. Bu süreçte Türkiye’yi öz kimliğinden kopararak, İslam dünyasının direncini de kırmayı başarmışlardır. Yıllarca İslam dünyasına sırtını dönmüş bir Türkiye’nin yeniden tarihi coğrafyasına yönelmesi Batı ve onların yereldeki işbirlikçilerinde derin bir endişeye yol açmaktadır. Bu nedenle, özellikle genç nesillerimizin tarihi miraslarıyla irtibat kurmalarını engellemek için yoğun bir faaliyet yürütülmektedir.
Bugün, nesillerimiz kendi tarihleriyle kültürleriyle irtibat kurabilecek araçlardan ve bilinçten yoksundur. Üniversite mezunlarımızın bile birçoğu, 1950’lerde yazılmış bir gazete makalesini sözlüğe başvurmadan okuyabilecek donanımda değildir. Toplumumuz planlı bir proje dahilinde kültürel soykırıma maruz bırakılmış, geçmişle ve kültürel kodlarının temelinde yatan coğrafyayla bağı kesilmiştir. Bunda Türk aydınının büyük vebali vardır. Türk’e kimliğini veren bütün değerler uzun yıllar boyunca istiskal edilmiş, yeni nesillerin, bu değerlerle münasebeti çeşitli yollarla engellenmiştir. İstiklal marşının ihtiva ettiği anlamdan uzak, tarihinden utanan bir aydın tipolojisi türemiştir. Yıllarca ülkemizin kültürel iktidar alanlarını kuşatan bu batıcı aydın tipinin gayesi, özgüvenini kaybetmiş, yaşadığı toprakların değerlerinden bihaber, böyle olduğu için de sömürüye ve manipülasyona açık bir toplum yaratmak olmuştur.(…..)
Eğer Türkiye yeni bir Kızıl Elma hedefi olarak, 21. Yüzyıl’ın dünya siyasetini belirleyen büyük devletlerinden biri olmak istiyorsa, bunu tarihi köklerinden beslenen millîlik şuurunu canlandırmakla yapabilir.
Peki nedir Millî kimlik? Millî kimlik her şeyden önce bir aidiyeti belirtir. Toplumu oluşturan fertlerin üzerinde uzlaştığı bir tarih şuuruna ve gelecek tasavvuruna işaret eder. Mili kimlik durağan değildir. Pek çok parametreden oluşur ve zaman içerisinde dönüşebilme kabiliyetine sahiptir. Ancak bu sayededir ki millî kimlik ve ona dayanarak oluşturulan kültür nesiller boyu aktarılabilir ve yaşatılabilir. Millî kimliğin ne üzerine inşa edildiği kadar neye karşı bir duruşun ürünü olduğu da önemlidir. Burada dikkat edilmesi gereken husus, ötekiyle aradaki farkı belirleyen çizginin niteliğidir. Bu çizgi kalın ve tahammülsüzse ötekiyle bir arada yaşamak mümkün olmaz. Ancak bu çizgi yumuşak ve inceyse farklı kültürlerle farklılıkları yitirmeden bir arada, yan yana ve iç içe yaşamak mümkün hale gelir. Bizim tarihi tecrübemiz pek çok farklı kültürü bir arada yaşatma becerisini göstermekten öte o kültürleri de kendisinin bir parçası haline getirebilmiş dünyadaki ender örneklerden biridir. Milletimizin büyük imparatorluklar kuran bir geleneğe sahip olması ve çok farklı kavimleri bir arada tutan devlet tecrübemiz bu konuda sadece bizim için değil tüm dünya için örnek teşkil edebilecek zenginliktedir. Bu nedenle bizim anladığımız manada Türklük kavramının katı bir etnik vurgu içermediğini belirtmemiz gerekmektedir. Türklük, bugünkü dünyanın kuruluşuna zemin hazırlayan her türlü düşüncenin, hayat ve insan algısının zıddıdır. Batı ve onun sömürgeci zihniyetinin gerçek anlamda ötekisi Türk’tür. Türklük modern sömürü düzenine karşı ahlaki duruşun adıdır. Bu anlamda Türklüğü çocuklarımıza aynı zamanda bir varoluş biçimi olarak anlatmak mecburiyetindeyiz.
Türklük bilincini İslam’dan ayrı bir olgu gibi değerlendirenlere de itibar edilmemelidir. Zira, tarihi süreçte millî kimliğimizi oluşturan en önemli unsur İslâm olmuştur. Türklerin İslam dinini benimsemeleri devrimsel bir nitelik arzeder. Öteden beri devlet kurma ve askeri örgütlenme konusunda başarılı bir millet olan Türkler, İslamla birlikte medeniyet kurma kabiliyetini de elde etmişlerdir. Bizim müslümanlığa geçişimiz, tabandan tavana yayılan bir rota izlemiş, kitleler halinde müslümanlığa geçen halk, yönetim ve devlet algısının da buna göre şekillenmesini sağlamıştır. Bugün anladığımız manada millî kimliğimizi oluşturan en sarsılmaz unsur İslam’dır.
Bu durumu pek çok Batılı düşünür de teslim etmektedir. Bunlardan Bernard Lewis’e göre milletimiz, Millî Kimlikleriyle İslam’ı özdeşleştiren tek millettir. Bernard Lewis bu durumu şöyle açıklar:
“Türkler, Arap ve İranlıların hiç yapmadıkları bir şeyi yaparak millî kimliklerini İslâm’a gömdüler… Türklerin İslâm’a sadakatlerinin gerçekliği ve ciddiliği başka hiç bir halkta görülmez. Bu nedenle hanedanlarının korumasında büyük bir İslami canlanmanın ortaya çıkıp yayılmasına şaşmamak gerekir.”
- Yüzyıldan beri Milletimiz, tarih boyunca İslam dünyasının hâkimi ve yöneticisi olarak, medeniyet inşa eden ve taşıyan bir görev ifa etmiştir. Tarih boyunca, kurduğumuz devletler İslam medeniyetinin şekillenmesinde sağladıkları güven ve özgür düşünme ortamıyla son derece hayati bir rol oynadılar. Bu bağlamda bir yandan Mâverâünnehir bölgesinde neşvünema bulan Hanefî-Mâturîdî geleneği, bir yandan Gazzâlî sonrası dönemde felsefe ve kelam geleneklerini mezceden Fahreddîn er-Râzî geleneği, bir yandan da Endülüs’ten çıkıp Doğu İslam dünyasının büyük mutasavvıflarının görüşlerini yeniden yorumlayarak üst düzey bir felsefeyle tasavvufu birleştiren İbnü’l-Arabî geleneği Osmanlı Anadolu’sunda hayat buldu. Teorik düşünce gelenekleri ve fıkıh okulları, Türkistan’dan çıkıp bütün dünyayı etkileyen Yusuf Hemedânî, Ahmed Yesevî ve Abdülhalık Gucdüvânî gibi büyük mutasavvıflar ile Mevlânâ, Hacı Bektaş-ı Velî ve Yunus Emre gibi Anadolu erenlerinin hikmetleriyle derinleştirildi. Böylece Balkanlardan Hind Alt Kıtasına kadar uzanan büyük ve büyüklüğü kadar çeşitlilik barındıran evrensel bir düşünce ve hayat yorumu gelişti.
Türkler, XI. Yüzyılda Selçuklularla Anadolu’ya girerek peyderpey Bizans’ın hakimiyetine son verip Osmanlılarla birlikte İslam dünyasının en uçtaki hamisi ve savunucusu olarak yüzyıllar boyu Batı dünyasıyla mücadele etmişlerdir. Bugün Batı’nın İslam denildiğinde doğrudan Türkleri anlamasının ardında yatan neden de budur. Bu nedenle Türklerin yeniden millî kimlikleriyle buluşmaları endişe ve korkuya yol açmaktadır. Yüzyıllar boyunca Türkler, Batı’nın gözünde İslam medeniyetinin temsilcisi olarak görüldüler. Doğu ve Batı Roma’yı yıkan, Hristiyanlığın kutsal topraklarını ellerinde tutan bu yabancı istilacının Avrupa’dan sürülmesi Batı’nın uzun yıllar başlıca gayesi olmuştur. Bu yönüyle Türkler Batı’nın medeniyet inşa edici ötekisidir aynı zamanda. O nedenle dünya durdukça, Batı’nın Türk algısı asla değişmeyecektir. Türkün Kızıl Elma’ya ulaşma hedefi de nihayete ermeyecektir. Her devirde Kızıl Elma ufukta kendini gösterecektir. Bu mefkureyi kaybetmek yok olmak anlamına gelir.
Özetle, Kızıl Elma bir ülkünün adıdır. Ordu ve askerler için fethedilecek yerdir, Konstantiniyye’dir, Roma’dır, Beç’tir (Viyana), padişahın atının gittiği yerdir, hükümdarlar için dünyaya adalet ve nizam götürme, i’lâ-yı kelimetullah davasıdır.
Kızıl Elma’da millî olandan cihanşümul olana uzanan bir bakış açısı, bir ufuk arayışı söz konusudur. Kendisini, ailesini, milletini tanımayan ve sevmeyenlerin evrensellik ve hümanizm iddiaları karşısında; bir ayağı kendi tarihine, kültürüne sımsıkı bağlı öbür ayağıyla dünyayı kavramaya çalışan bir bakış açısı, bir ülküdür bu. Bugün, Türk milletinin “Kızıl Elma”sı, yeniden medeniyetimizi ihya ve insanlık için daha adil, dengeli, yaşanabilir ve huzurun hâkim olduğu bir dünyayı inşa ülküsüdür. Bu mefkurenin ihtiva ettiği anlamı yeni nesillerin anlamasını sağlamak medeniyet coğrafyamızı yeniden keşfetmekle mümkün olacaktır. Bugünkü dünyanın çürümüşlüğüne alternatif, yine bizim medeniyet köklerimizden ve tecrübemizden çıkacak bir gelecek tasavvuruyla ortaya konulabilir.
Yeryüzünde tarih yapan, kurucu milletlerin benzer ülküleri vardır. Mesela Arz-ı mev’ud İsrailoğulları’nın 5000 yıllık rüyasıdır. Sürüldükleri topraklarda bir devlet kurmak İsrailoğulları’nda binlerce yıldır nesilden nesile aktarılan bir mefkuredir. Türkler ise Kızıl elmayı yeryüzünde herhangi bir kara parçasıyla özdeşleştirmemişlerdir. Başından beri cihan hakimiyeti ülküsüyle hareket ettikleri için, fethettikleri toprakları vatan haline getirmişlerdir. Ayak bastıkları yer Türkler için vatandır. Türkler için geri dönülecek bir kara parçası yoktur. Vatanlaştırılmış ve her ne pahasına olursa olsun savunulması gereken bir yurt vardır. Viyana önlerinden, Bingazi çöllerine, Fas’tan, Doğu Türkistan’a çok geniş bir coğrafyaya Türk Milleti’nin tarih boyunca vurduğu mühür bunun göstergesidir. Milletin direnç noktasını da bu oluşturur. Anadolu’nun ifade ettiği anlam da budur. Anadolu aynı zamanda bu mefkurenin cihana yayılacağı Ergenekon’un temsilidir.
Tamamı ve Devamı Kitabımızda..
USPUM Başkanı/ Muhammed Taha GERGERLİOĞLU/ www.uspum.org.tr