“Hayatlarını sürdürme çabasında olanların başlarına gelebilecek en kötü şey normların olmaması, ya da anomidir? Normlar engelleyici oldukları kadar mümkün kılıcıdırlar; anomi, en saf ve basit haliyle engelleyici bir duruma işaret eder. Normatif kurallar ordusu hayat dediğimiz savaş alanını terk etti mi, geriye sadece şüphe ve korku kalır.”[1]
Zygmund Bauman
Abdülhalık Murad, ünlü feminist kuramcı Luce Irigray’i tam da bu noktadan eleştirir; “Çalışmasındaki zaaf, onun yaşlılara karşı üzüntü veren kayıtsızlığıdır. Birçok feminist gibi oda, sadece görünüşte olanlarla ilgilidir. Dişi vücudunun üreme ve beslenme telosunu kabul etse de, sonu ihtiyarlığa varan doğal gidişatı değerlendirirken gözle görünür oranda başarısızdır”[7] demesi Irigray’in toplumsal rollerin kırılması ile -ödemek zorunda kalacakları bedel konusunda- kadınları yanıltıyor olması olarak okunabilir.
Ortalama kadın ömrünün 80-90 seneyi bulduğunu düşünür ve kadınların 14 ila 45 yaş aralığında “arzulanabilir obje” olarak tasarlandığını hesap edersek, hızlı bir seks hayatından sonra kendilerini bekleyen “yalnızlık içindeki ortalama 40-50 senenin” gizleniyor, gösterilmiyor, konuşulmuyor olmasının sadece bir dalgınlık sonucu olduğunu düşünmekte zorlanıyoruz.
Cinsel rolleri, toplumsal sorumlulukları reddederken kırılan bağlar aynı zamanda karşılıklı güvenlik sığınaklarının dağıtılması anlamına da geliyor. Abdulhakim Murad, “Çözülme meydana geldiğinde, hemen her zaman en fazla acı çekenler kadınlar olur. Ama asıl büyük sıkıntı, aileden gelen (baba, koca, abi, çocuk vs-AHÇ.) desteği kesilmiş, bir işe dişiyle tırnağı ile tutunmak zorunda bırakılmış dar gelirli kadınların başındadır”[9] der. Geleneksel toplumlarda kadının başının sıkıntıya düşmesinden kocası, babası, oğlu, kardeşi, dedesi hatta komşuları sorumlu iken, kadına; “özgürlüğü ve bencilliği seç ve tüm toplumsal ve cinsel sorumlulukları/rolleri reddet” denildiğinde kadını koruyan yapılar da çevresinden dağıtılmış olur. Abdülhakim Murad, “Modernite, İslam’ın kadının kocasına, erkeğin annesine karşı vazifeşinas olmasını öğütleyen iki bağı birden zayıflatır: ilkini hiddetle, ikincisini dalgınlıkla”[10] derken karı koca arasındaki cinsel ve toplumsal rolleri kırmaya yönelik saldırının anne-oğul arasındaki rolleri de kırmış olduğunun ayırdına varılamadığının altını çizer. Kadının serbest cinsel hayat sürebilmek için çevresinde kendisini kollayan tüm ilişki ağlarını dağıtmaya razı edilmesi yalnızlar sokağına, yaşlılar, özürlüler ve çocuklardan sonra “çok zengin olamayan” kadınlar da savurur.
Sahipsiz kalan sadece kadın değildir. Özellikle evlenen veya uzun süre kadınla beraber olmayı göze alan erkeğin cezalandırılma süreçleri ve zehirli feminist dil erkeği kadına, kadını erkeğe yanaşamaz kıldıkça tek başına yaşayan yalnızlar ordusu toplumsal tabakaların en kalabalığı olmaya doğru giderler. Nitekim Almanya’da 17 milyon insan tek başına yaşarken, 2 milyon 200 bin kadın, 400 bin de erkek çocukları ile yalnız yaşamaktadır[8]. Özellikle çocukları ile yalnız kalan kadınların içine düştükleri fakirlik girdabından kendilerini kurtarmaları çok ender vaki olur. Japonya’da 1985 yılında 50 yaşına geldiği halde hiç evlenemeyen erkek oranı %1’ken, 2015’te bu rakam %23’e çıkmıştır[11].
Ancak sorun ekonomisi güçlü ülkelerin dışına çıkıldığında biraz daha farklı bir biçim alıyor. Mesela Almanya’da çocuk “devletin” mülkü olarak görülüyor. Ailenin çocuğa -ister özürlü ister özürsüz olsun- “devlet“ adına baktığı kabul ediliyor. Bu nedenle devletin çocuğuna bakması karşılığında ebeveynlere -ne kadar varlıklı olursa olsun- bakım ücreti ödeniyor. Eğer ebeveyn, çocuğa bakmak istemezse, devlet çocuğu alıp kendi kurumlarında bakıyor. Aynı şekilde ebeveynler de devletin mülküdür ve ihtiyaç durumunda onların kira ve yiyecek masraflarını da devlet karşılar. Yani aile dağıldığında çocuk, ebeveyn, özürlü, yaşlı hemen herkes devletin korumasında kalmaya devam eder. Ama Türkiye ve Türkiye gibi bitmek bilmeyen ve muhtemelen bitmemeye ayarlanmış bir kalkınaMAma sürecine ve borç döngüsüne sokulmuş ülkelerde evden atılan her çocuğa, kadına, erkeğe, yaşlıya, özürlüye, bağımlıya, kimsesize konut ve yiyecek yardımı yapılabilecek ekonomik güç yoktur. Batı’nın göz ardı ettiği, görmeyi veya görülmesini istemediği husus; Batı’nın, ailenin çökertilmesi, toplumsal ve cinsel rollerin dağıtılması ile oluşan boşluğu, 3. Dünya ülkelerini sömürerek finanse ettiğidir. Batı, Ortodoks Feminizmi ve Eşcinselliği sopa gibi kullanarak patakladığı 3. Dünya ülkelerinin[12] ailesini, toplumsal ilişkilerini, cinsel rollerini, dayanışma mekanizmalarını vs. paramparça ederken ortalığa saçılacak olanları ekonomik anlamda finanse edebilecek bir refah devleti ortada olmadığı için, toplumu -özellikle fakirleri- “kaos”a ittiğini görmezden gelir.
Sayın Murad “Hızla değişen dünyada ailenin, günahların en büyüğü olan bencillikle yıkılmış olmasının yasını tutuyorlar. Kimse feragatte bulunmak istemiyor. Kişisel ÖZGÜRLÜK Putuna boyun eğerek, haklarımız için yaygara koparıp sorumluluklarımızı es geçiyoruz[13]” derken modern hayatın “keyfe”, “hazza” ve “bedene” tapan bir toplum inşa ederek insanların birbirlerine hizmet etmelerini aşağılıyor olmasının sonuçlarını ifade etmeye çalışır. Modern hayat karşılıklı hizmet bağlarını kırıyor. İnsanlara “para”nın ve “devlet”in gücünü ima ederek güvenlik vaad ediyor ve ihtiyacın olursa, “devlet senin yanında” mesajı vererek toplumu haz üzerinden ayartıyor. Ancak modern hayatın vaad ettiği “güvenlik” ağı bir halüsünasyon ya da illüzyondan ibarettir. Kapitalist ekonomide devlet korumasına girenler ancak bunun bedelini ödeyebilecek geliri olanlardır. Bu bedeli ödeyebilecek bir geliri olmayanların hiçbir güvenceleri yoktur. Ama devletin ya da paranın korumasına girebilmeyi başarsalar da insanın insana olan muhtaciyetinin yerini para ya da kurumların soğuk yüzü dolduramaz.
Bir hatıramı dile getirerek meseleyi anlatmak istiyorum.
Müşterimiz olan Avrupalı karı koca, kadının kanser hastalığı ve doktorun bol güneş tavsiyesi üzerine 11 yıl önce Alanya’ya yerleşmişler. Kocası telefonda, “sanırım artık son dakikaları” dediğinde hastaneye, yanına gitmeye karar verdim. Yoğun bakım ünitesinin önünde bir taraftan ağlarken diğer taraftan kendi kendisi ile konuşur halde bulduğum daha önce “yalancısınız, sözünüzü tutmuyorsunuz, beni defalarca kandırdınız vs.” diyerek bana Türkiye’deki hayatından dert yanan beyefendi, yarı benimle yarı kendi kendine konuşur halde; “Sakın bu halinizi kaybetmeyin: Biz perişanız. 20 gündür odasında yatıyordu. Başında refakatçi kalacaktım diğer hastaların refakatçileri; “Yaşlısın, sen evine git. Biz ona bakarız” diyerek beni eve gönderdiler. Sonra gelen refakatçide aynısını yaptı. Fark ediyorsun işte, para için yapmadılar. Bunu benim ülkemde kimse yapmaz. Bak insanların akrabaları, dostları akın gelip gidiyor. Biz 11 senedir buradayız ve memleketten sadece 3 telefon aldım. Karımın benden önceki kocasından olan oğlu 1 tek sefer bile annesini aramadı. İki hafta önce annesinin komada olduğunu haber verdiğimden beri 3 sefer aradı ve bana “Öldü mü, öldüyse sigortadan para çekeceğim” dedi.”
Beyefendinin halinden etkilendim ve onunla birlikte yoğun bakım ünitesinin kapısında beklemeye karar verdim. 15-20 dakika ancak olmuştu ki bana saatini gösterip, azarlar bir tonda “Saat 12:30’a geldi. Artık gitmelisin. Yemek vakti” dedi.
Beyefendi, arkadaşı ile yemeğini bölüşemeyen, bir dostun hatırına yemeğini 10 dakika erteleyemeyen, kimsenin kimseye karşılığı olmadan parasından, malından, mülkünden, enerjisinden, sabrından, vaktinden ayıramadığı, hizmet edemediği düşünce biçiminin yani bencilliği kutsamanın bu “yalnızlığı” getirdiğinin farkında değildi.
İnsanları “bencilliğe ve hazza” tapınmaya çağırarak aralarındaki roller ve sorumluluk hatları kırılıp insanlar birbirlerinden uzaklaştırıldıkça toplumlarda bir seyreltilmiş uyuşturucu türevi olan antidepresan kullanımı, bağımlılıklar, zihin ve ruh hastalıkları, tecavüzler ve intiharlar artar. Toplumsal ve cinsel rollerin kırıldığı normal ailelerin yok denilecek bir seviyeye düşürüldüğü, babasız dünyaya gelen çocuk oranlarının en yüksek olduğu ülke sıralamaları ile intihar, tecavüz ve antidepresan kullanım oranlarının en yüksek olduğu ülke sıralamasının neredeyse aynı olması; toplumsal ve cinsel roller kırmaya çalışırken kadına daha “özgür seks şansı” vermekten çok daha ciddi toplumsal dengelerle oynadığımızın da delilidir.
Devletler de toplumsal ve cinsel rollerin kırılmasından yana
Aile Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığının desteklemiş olduğu “Tek Ebeveynli Aileler” adlı çalışma, iş bölümüne göre aileleri dörde ayırıyor: Ataerkil, Anaerkil, Eşitlikçi ve Sağlıklı aile[14].
Son maddeye verilen “Sağlıklı Aile” ismi, ilk 3 maddeyi direk “Sağlıksız Aile Modeli” olarak etiketlediğinden üzerlerinde düşünmeye bile gerek kalmıyor. Sağlıklı aile modelinin sağlıklı olmasının gerekçesi ise bu modelde kimsenin “rol” tanımının yapılmamış olması olarak gerekçelendiriliyor: ”Ailenin sağlıklı oluşu, aile-içi rollerin belirlenmiş bir kalıba bağlı olması anlamına gelmez. Önemli olan ailenin yaşam tarzına göre eşler ve çocuklar arasında aile-içi rollerin ailenin tercih ettiği rol tanımına göre adil dağılımıdır.”
Aynı raporda, otoriteye göre aile modelleri başlığı altında “olumlu yönlendirme” ile tavsiye edilen “Demokrat Ailelerin” açıklaması ise şöyle: “Güç tek bir kişinin elinde toplanmaz, aile bireylerince paylaşılır. Kararlar tek bir kişi tarafından alınmaz, kurallar bir kişinin istediği şekilde konulmaz, ailenin tümünün görüş ve ihtiyaçları doğrultusunda hareket edilir. Tüm aile üyelerinin fikirlerini ifade ettikleri, alınan kararlara katıldıkları ve çözümler için fikir ürettikleri ailelerde, aile birliği ve gücü olumlu yönde etkilenir.”
Raporu hazırlayanların dikkatlerinden kaçan bir şey olduğu kanaatindeyiz: İnsanlar zaten bunları iyi günlerinde ya da ortak menfaatlerin olduğu ortamlarda kolayca yaparlar. Ancak menfaatler çatıştığında ya da rol paylaşımına itiraz edildiğinde, aynı role birkaç kişi talip olduğunda, bir rol hiç kimse tarafından istenilmediğinde ya da kişinin bir şey yapmak konusunda bir fikri ve isteği olmadığında sorun nasıl çözülecek? Raporda buna dair bir işaret yok. Buna dair gerçeğe tekabül etmeyen sloganik iyi niyet temennilerinin çözüm olmadığı sanırım itiraz edilemeyecek kadar açıktır.
Üstelik bu rapor, bu kadar sağlıklı(?) bir modelin neden Bakanlığın kendi bünyesinde ya da devletin herhangi başka bir biriminde uygulanmadığı sorusuna da cevap vermiyor. Hiçbir rolün tanımlanmadığı, bütün işlerin herkesin gönüllü katılımı ile yürütüldüğü, kimsenin öne geçmediği, kimsenin patron, lider, müdür, şef, kavvam, öncü olarak tanınmadığı, herkesin fikrinin alındığı, fikrini ifade ettiği, tüm kararlara katıldığı, tüm bireylerin belli bir eşitlik içinde olacağı modelin, kulağa hoş gelen ama uygulama alanı olmayan, aksine kurulmuş olan dengeleri de dağıtabilecek, görülmek istenecek tüm hizmetleri kilitleyecek potansiyele sahip bir mugalata, bir iyi niyet temennisinden ibaret olduğunu düşünüyoruz. Bu nedenle iş yerinde, fabrikada, askeriyede, insanların beraberce yaşadığı hiçbir ortamda böyle bir kurum yok, olamaz da. Çünkü sorumlulukları ve sınırları tanımlanmamış bir birliktelik menfaatlerin çatıştığı andan itibaren yürütülemez olur, kanaatindeyiz.
İstanbul Sözleşmesi ve diğer uygulamalarla toplumsal rollerin, akrabalık rollerinin, cinsiyet rollerinin ve ahlaki sorumlulukların kırılması bir taraftan mutlak zevkçiliğin önünü açıp, kutsallaştırılan hazzın önündeki engelleri kaldırırken diğer taraftan da insanların arasına mesafeler koyuyor. Özellikle fakirlerin aralarındaki toplumsal ve cinsel rollerin kırılması ile aralarına konulan uçurumlar onları, bir arada hareket edemez kılarken, en küçük sıkıntılar karşısında bile egemene muhtaç hale getiriyor. Toplumsal ve cinsel roller ile beraberce aşılabilen birçok sorun; egemenlere muhtaç olmadan, fakirlerin kısıtlı olan sermayelerini zenginlere kaptırmadan kendi iç dayanışmaları ve cüz’i masraflarla çözülebilirken artık büyük paralar vermeden çözülemez hale geliyor.
Toplumların daha fazla “Özgürlük” vaadiyle ikna edilip çıkarıldıkları yol, fakirlerin her anlarının kontrol edildiği, büyük güçlerin yardımı olmadan kıpırdayamadıkları devasa toplama kamplarına çıkıyor. Erkek, kadın ve çocuğun birbirlerinin cinsel hayatlarına dahi müdahil olmadığı ev içi ya da dışı sorumlulukların tanımlanmadığı, insanın insana hizmetinin dokunulmayan tek kutsal olan “bencillik” tapınması ile aşağılandığı, kadına hiçbir sorumluluk tanımlanmadan erkeğin her hâlükârda cezalandırıldığı aile modelinin uzun süre daha bu gidişata direnebilmesi bizce mümkün görünmüyor. Zaten tek kişilik hane halklarının toplam oranı 2006’da yüzde 6,1 iken, dünya ortalamasının çok üstünde bir artış ile 2018’de yüzde 16,1’e çıkıp 12 yılda yüzde 163 artmış olması[15] topluma yapılmış çok kuvvetli müdahaleye işaret ederken bizim iddiamızı da ispat eder niteliktedir.
Toplumsal rollerin, cinsiyet rollerinin dağıtılması ile oluşacak kaosun yerine ne öneriyorlar?
Bir sonraki yazı “Alternatif Aile Modelleri”.Nasipse devam ederiz.
Ahmet H. Çakıcı
Cemaziyelahir 1441 / ALANYA
[1] Zygmunt Bauman, Akışkan Modernite, s:48
[7] T.J. Winter, Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak, s:147
[8] http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/pazar_yazilari/1716378/tek-basina-yasayanlar.html?fbclid=IwAR3Cyhh8uVkySkRJHTuQ6Joy6mKyELLGyMEzc25C3c2791ZzmGkib2PpGYI
[9] T.J. Winter, Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak, s:109
[10] T.J. Wİnter, Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak, s:148
[11] http://www.homohominilupus.com/kodokusi-japonyanin-yalniz-basina-olen-insanlari/
[12] Deyim, Abdülhakim Murad’dan alıntılanmıştır.
[13] T.J. Winter Postmodern Dünyada Kıbleyi Bulmak, s:99
[14] https://www.aep.gov.tr/wp-content/uploads/2019/01/Tek-Ebeveynli-Aileler.pdf
[15] https://www.tukenmezhaber.com/yasam/turkiyede-bekrlik-sultanliktir-diyenlerin-sayisi-dunya-ortal