“mânâ gülünü nefesinle incitiyorsun.
incitme!”
Şebüsterî
Özgürlük, çağın müptelâsı olduğu ve yücelttiği kavram. Modernizmin en fecî saplantısı belki de… Yüzü kendine dönük bir nergistir özgürlük, modern insanın insiyâklarının altında yatan. Maddî varlığını önceleyen modern insan, hür olduğunu düşünüyor. Eylemlerine, hür irâdesiyle yön verebildiğini… Tıpkı yılkı atları gibi. Bu bir illüzyondur. Zira benlik dâvâsının kahramanı, her yerde zincirlenmiştir.
Tutsaktır insan! Hafta içi ofislere, iş yerlerine, bürolara kelepçeli. Hafta sonları ya da tatil günleri şehrin sokakları, caddeleri, kafe-restoran gibi işletmeleri, outletleri, alışveriş merkezleri, parkları ve millet bahçeleri zincirinden boşanmışçasına insan yığınıyla dolup taşar. Her birinin, güneşlensin diye avluya çıkarılmış mahkûmdan ne farkı vardır ki? Nâzım’ın terennüm ettiği gibi:
“Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar.”
Vaktinin çoğunu rehin almıştır kapitalist sistem. Çok çalıştırır, alın terinin karşılığını türlü hilelerle geri alır. Reklamlar, influencer’lar, şarkılar, sloganlar, logolar, vitrinler ve devasa billboardlar düşmüştür çalışanın peşine. Artık ne koparabilirse…
“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Bürokrasinin esâreti altındadır. Şekle ve formaliteye parıltılı taç giydiren bürokrasi, öylesine korkunç bir saltanat kurmuştur ki tüm işleri mevzûat çemberine alarak insanı boğan bir mekanizmaya dönüşmüştür. Memûriyetin has bahçesine kadem basmak için binlerce aday, yekvücût! KPSS gibi çetin engeli aşıp has bahçede bürokrasinin dikenli halkasını taktıktan sonra gerisi akıllara ziyân!
Ahmet Kabaklı’nın tespitiyle;
“Çünkü o sâdece kendi çıkarları ve mevzûat çalımı için yaşamaktadır.”
“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Özgürlük sloganı lâfügüzaf. Hayek’e göre özgürlük, bireyin başkalarının zorlaması altında kalmaksızın hareket edebilmesidir. İlk ataması yapılan doktorlar, polisler, askerler ve öğretmenler; mecbûrî hizmet yaftasıyla hiç tanımadığı, âşinâsı olmadığı bir yere gönderilir; sürgün gibi. Daha az gelişmiş bir coğrafyaya ya da hengâmenin hiç dinmediği bölgelere… Sılasından, ailesinden, eşinden dostundan, hemdeminden koparılıp yabancı kalınan bir muhîte… Üç yıl, dört yıl hatta beş yıl tutu(k)lu kalır o muhîtte.
Hürriyet ile zindânımız arasında amansız bir yürüyüştür bizimki. Resmî işleyiş, her taraftan abluka altına alır bizi, tercîhi de hür irâdemizle kendimiz yapmışız gibi gösterir. İstihzâlı gülümseyişle sorar bir de:
“Nereyi istiyorsun? Yaz!”
Evet, ne kadar hürüz? Hürriyet, engellenmeden ya da sınırlandırılmadan istediğimiz şeyi seçebilmemiz değil midir? İştiyâklarımıza yönelebilmemiz… Talep ettiğimiz biçimde hareket edebilmemiz değil midir? Velâkin vaziyetimiz hiç de öyle değil. İlk atama yıllarında -yanılıp da- evlenirsen şâyet, eşinle seni ayırmak gibi bir misyonu vardır statükonun. En az üç yıl eşinle hatta çocuğunla arana dağları, ovaları, yolları, yolculukları yığar. Kim bilir kaç mâsum yavru, kim bilir kaç bîçâre kadın bu statükonun ateşten gömleğini giydi?
Aileyi ayakta tutmak için bakanlık kuran, aileyi koruma kanunları çıkaran mevcût düzen, senin aile saâdetine müdâhale eder. Memûriyet prangasını ayağına geçirdiğin an, artık özel hayâtına dahi karışma hakkını da yaban ellere teslîm etmiş oluyorsun.
“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Yüksek irâdeye başkaldıran endüstriyel insan, kendi hür irâdesini hâkim kılmak için geleneksel değerlerle, gözden düşürülen ahlâkî yükümlülükle, hatta evrenin sahibiyle cenk hâlindedir. Fakat iktisâdî köleliğe boyun eğmiştir. Kafkas dağında zincire vurulmuş Prometheus misâli.
Çünkü her geçen gün yeni yeni ihtiyaçlar tanımlanmakta. “Sahip olunacak ve satın alınacak eşyâların çoğalmasıyla”, insan özgürlüğünü yitirmiş, köleleşmiştir. Kapitalin patronları, cebini şişirirken senin boyunduruğunu îtinâyla yerleştirir boynuna. Niçin mi? Çünkü onun özgürce hareket edebilmesi için senin köleleşmen elzem.
“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Bilgi akışının hızlanması, haberleşmenin ve medya çeşitliliğinin artmasıyla bir değerler manzûmesi olan toplum, toplum olmaktan çıkmış kitleye dönüşmüştür. Baudrillard’ın dediği gibi anlamlar, anlamsızlıklarla yer değiştirmiş. Mânâ gülleri, dev metâların sâyesinde pörsümüştür.
Toplum, rûha âit ne varsa terk ederken kitleler halinde gösteriye doğru kaymıştır. İlâhî cevherimize dek uzandı eller! Ne diyordu Gorki? “İnsanlar türlü türlüdür. Kiminin ayağındaki zincir rûhunu özgür kılar, kiminin rûhu zincirlenmiştir.”
İsmini Guy Debord’un verdiği “gösteri toplumu”nda, imaja yüksek anlam biçildi. Varlık, görüntüler üzerinden değer kazandı. Ne gerçek ne sahte belli değil. Sîretler, sûretlerin talanına uğradı.
Gösteri toplumunda her şeyin içi boşaltıldı. Fertler mi? Aslî bağlarından kopup temsîlin esîri oldu. “Kişi noksânını bilmek gibi irfân olmaz.” Halbuki bugünkü muhterisler, mânevî varlığındaki eksikliğini, kabiliyetsizliğini boyalı kabuklarla örtmeye meyletti. Tüm yaşamı, teşhîrciliğin uçsuz bucaksız sahnesi.
Bu toplumda sanat, edebiyat ve bilim de gösteri aracına dönüştü. Sözde şâirler, yazarlar, ressamlar bilim adamları, “öz”den uzaklaştıkça, cevherini yoklayıp eli boş döndükçe şova meyletti. İhtirâslı bir şov deryâsının med cezirleriyle yalpalıyoruz.
“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Enformasyon çağında bilgi üretiliyor, bilgi kullanılıyor, bilgi aktarılıyor ama öğrenme gerçekleşmiyor. “Hayat boyu öğrenme” hayat boyu safsatadan ibâret. Bugünkü eğitim sistemi, çok şeyi düzeltmeye çalışmanın, her şeyi berbat ettiği bir sistemdir. Eğitim sürekli hâle geldi irfândan nâm u nişâne yok, cehâlet bâki oldu.
“Kalın fırçalarını kullanarak geçiyorlar”
Bilgi zihinlerden çıkıp davranışa, amellere yansımıyor. Bilgelik ve irfân çekildi küre-i arzdan, bilgiye kölelik devri başladı.
“İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Âh insanı metâlaştıran, ey ondaki mânâ gülünü inciten! Sensin o kapitalist düzen! İnsanlar robotlaştırılmaya çalışılırken, insana benzeyen akıllı makinalar “robot” adıyla piyasaya sürülüyor. Dijital asistanlar devreye girdi. Âlemin gözbebeği insan, şimdi daha tecrît, daha yalnız, daha münferit… Kaplumbağa terbiyecisi küresel baronlar, izole yaşamları sanal kırbacıyla zahmetsizce eğitebilmektedir. Neyi isterlerse onu yiyecek, hangisini isterlerse onu giyecek, nereye isterse oraya gidecek, nasıl isterlerse öyle düşünecek “tek ü tenha” bir yığın…
Çünkü onlar Eric Fromm’un da parmak bastığı gibi kendi dışındaki ezici büyük güçlerin elinde oyuncak! Göz boyayan reklamları, yalancı bir dünya sunar. Zekice tasarlanmış propagandaları, kitleleri arzu ettiği yöne sürükler! Hedef yeni bir bağımlılığa alıştırmak… Ve yeni bir hazza kul köle etmek… Hâl böyle olunca, kendileri kazanırken gönüllü köleleri hem maddî hem mânevî çöküşe geçiyor.
Müsterîh olun! Çünkü onlar hürriyetini rehin verdi, özgürlük yanılsaması içinde mutmain.
Bizim işimiz belki de;
“Nilüfer çiçeği ve çağımız arasında,
Hakikat şarkısının peşinde koşmaktır.”
Her şeyin kaynak görüldüğü bu düzende “doğal kaynaklar” gibi insan da para sınıfınca yağmalandı, “kaynak” olarak tanımlandı. İşletme veya kurumların “insan kaynakları” birimleri türedi. Âh, evet! Hilkatinden ne denli uzaklaştırılırsa, o denli ondan çıkar elde edilecek ve o denli istismâr edilecekti insan. Şâir diyor ya;
“âh, dedin, nesi kaldı, talan edilmedik”
Leyla Yıldız