Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER Sakarya Üniversitesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi:
Değerli başkanımız Yakup KOÇAL Beyefendi ve dostlarımızı, misafirlerimizi muhabbet ve hürmetle selamlıyorum. Sevgili Mehdi ERGÜZEL hocam her zamanki zarafeti, kibarlığı, mahviyetiyle topu bana attı. Bu konunun anlaşılması, Türk toplumu açısından hayatî bir değer taşıyor. Dilim döndüğü, aklım erdiği kadarıyla arz etmeye çalışacağım. İster ok ve yaydan girelim, ister adaletten girelim, ister doğrudan doğruya Kutadgu Bilig’in kendi adından girelim… Nerden girersek girelim varacağımız yer aynı: Bir hikmet geleneğine ulaşıyoruz. Bu hikmet geleneği Doğu’nun da Batı’nın da saklamaya çalıştığı, ısrarla görmemezlikten geldiği bize has bir hikmet geleneğidir. Doğu dünyası da Batı dünyası da bu geleneğe yüzyıllardan beri büyük bir direnç gösteriyor. Özellikle aristokrat zümre itibariyle bu direnç devam ediyor.
Neden devam ediyor?
Bu hikmet geleneği, diğer toplumlar gibi, Türk toplumunda yaşanan hayat tecrübesinden bağımsız teşekkül etmiş bir gelenek değil. Bizim kültürümüzün nüvesinin teşekkül ettiği çağda, yaşadığı bir tarz var. Bu tarz, daha ziyade yayla kışla hayatına dayalı ve at yetiştirme esası üzerine oturuyor. At figürü bugün üzerinde yeterince düşünülmüş, konuşulmuş bir figür değil. Bir hamaset konusu hiç değil. Türk ile at birbirinden ayrılmayan iki eleman. Hayat at üzerinde geçiyor. VII.YYda Göktürkler’e Bizans’tan elçi olarak giden Menandros diye bir zatın notları var. O notlarda diyor ki: “Bir Göktürk, atından indimi yürümeyi beceremez. Seke seke gider, veya yuvarlanır zannedersiniz. Çünkü bunların tabanları naziktir, yürümeye uygun değildir. Bunlar birbirlerine ziyarete gittikleri zaman bile çadırın önünde bağlı olan atın üzerine binip konuşuyorlar, içeriye girip oturup konuşmak yerine at üzerinde konuşuyorlar.” diyor. Bu bir hayat tarzı. Bütün hayatı at üzerinde geçen bir toplum. At sürülerinden bahseden Çin kaynakları bu sürülerin yüz bin-yüz elli binlik sürüler olduğunu haber veriyorlar. Böyle bir sürü, bütün bir Yalova sınırları içinde ancak beslenebilir. Böyle bir sürü ancak Sakarya gibi bir nehirde sulanır veya Sapanca gölü gibi su kaynağı lazımdır. Eğer çevrede birkaç tane sürü varsa, bu sürüleri sevk ve idare etmeleri, sırayla sulamaları başlı başına bir problemdir. Bu atları yetiştirmeleri, yavrulatmaları, sütlerini sağmaları başlı başına problemdir. Tarihten bize bilgi sunan bir başka zat da Priskos’dur. Priskos, Atilla zamanında Hun karargahına giden Bizans elçisi. O: “Hunlar atları renklerine göre terbiye ediyorlar. Muharebe taktiklerini atlara öğretiyorlar. Geri çekilme, sağdan sar, soldan sar, şu süratle yürü, bu süratle yürü, hücum et… gibi her bir hale uygun borular var ve renklere göre bu sürüler terbiye ediliyor.” diyor. Benzer bir bilgi Çin kaynaklarında kadim Hun Devleti dönemine ait olarak da biliniyor. Savaş taktiklerini atlar yürütüyor, üzerindeki süvari sadece muharebe yapıyor. Tabii, yüz binlerle hesap edilebilecek sürülerin sevk ve idaresi üç beş kişiyle olmaz. Bu toplumun tamamı, bütün boy halkı, sürülerin peşinde hayat geçiriyorlar. Sürünün peşinden giderken de bir koordinasyon şarttır. Koordinasyon olmadan bu kadar sürünün sevk ve idaresinin gerçekleşmesi mümkün değil. O zaman bir liderlik kurumuna ihtiyaç duyulur. Her boyun kendi içinde bir lideri var ve o lidere gönüllü bir hiyerarşi ile itaat şart. Muvaffakiyetin başka imkanı yok. At üzerinde oldukları için bunların bir zindan kültürleri yok. Sınıflı olamıyor, bir köleci toplum haline gelemiyorlar. Hayat tarzı izin vermiyor. Sınıfsız; ama hiyerarşik, bir liderlik etrafında örgütlenen toplum modeli gelişiyor. Bütün yerli ve yabancı tarihçilerin aşağı yukarı üzerinde hemfikir oldukları bir konu vardır ki bu liderlik kurumu zamanla devlet denilen yapının, müessesenin, çekirdeği oluyor. “Devlet bozkırda doğmuştur” derler.
Buna mukabil çevre kültürlerini incelediğimiz vakit, bunların büyük bir kısmı tarım toplumudur, bir kısmı ticaret toplumudur, az bir kısmı denizcidir, bir kısmı avcıdır. Atlı toplum dışındaki sosyo-ekonomik modellerde sınıflı yapılar teşekkül ediyor. Sınıflı yapılarda ise eli silah tutanlar ve aristokrasi, üst sınıfı meydana getiriyor. Zamanla bunların varlığını meşrulaştıran bir “ruhban sınıfı” oluşuyor. Hemen hemen her dinin bu anlamda bir ruhban sınıfı var. Hulasa köleci, sınıflı bir sosyal yapı!..
Köleci yapıya uygun bir dil, köleci yapıya uygun bir yönetim biçimi, bir hukuk teşekkül ediyor. Çin de sınıflıdır, Hint de sınıflıdır, Arap da sınıflıdır, Slav da sınıflıdır, Avrupa toplumları da sınıflı toplumlardır.
Dolayısıyla doğunun da batının da görmek istememesinin sebebi, sınıfsız bir toplum olarak bu atlı grupların, kendi aralarında sınıflaşmaya izin vermeyen tarzın yarattığı bir adalet kavramı geliştirmeye muvaffak olmalarıdır. Atlı toplumlarda adalet son derece önem kazanıyor. Hukuk yönünden insanlar arasında denklik var ve herkes bu denkliği talep ediyor.
İşte Kutadgu Bilig’de Töre’yi temsil eden Hakan (Küntogdı) bir yerde der ki;
“Memleketimin uzak bir sınırından giren bir yabancı her kim olursa olsun, -bu köle de olur, kadın da olur, erkek de olur, yaşlı da olur, genç de olur- bir yabancı ile benim oğlum arasında adalet önünde, Töre önünde farkı yoktur.”
Hâlbuki sınıflı toplumlarda her sınıf kendi içinde bir hukuka tâbîdir. Dolayısıyla sınıflı toplumda adalet kavramı gerçek anlamda “temel bir ilke” haline gelememiş. Türk toplumu ise at üzerinde ve son derece hareketli. Bu at sürüleri için geniş araziler gerekiyor. Bunlara ve ilişkili olduğu toplumlara baktığımızda; Slavlar’la ilişkisi var, yani Ruslar’ın atalarıyla, Araplar’la var, Rum’la var, Roma’yla var, Avrupa’yla var. Tamamını biliyor ve tanıyorlar. Âdil Türkler’in varlığı, aynı zamanda sınıflı yapılardaki çoğunluk olan alt sınıflara bir ümit ışığı oluyor. Adalet arayışı için bir fırsat, bir imkân yaratıyor. Türkler’in adaleti temsil eden bu yapıları dolayısıyla Doğu da Batı da, üst sınıflar açısından Türk’ü görmek istemiyor. Örtüyor. Çünkü kölelere “kötü örnek” oluyorlar. Bunun çok ilginç örnekleri var. Örneklere girecek olursak söz bitmez ve asıl söyleyeceğimiz konulara da sıra gelmez diye örneğe girmeyeceğim.
Bu yapı aynı zamanda bir inanç sistemiyle de himaye edilmiştir, devamı teminat altına alınmıştır. O inanç sisteminin teşekkül süreci üzerinde de durmayacağım. Ama o inanç sistemine baktığımız vakit tek Tanrılı bir sistem olduğunu görüyoruz.
Tek Tanrı var. Kök Tengri diyorlar. Bu Kök Tanrı’nın sıfatları üzerine eğildiğimizde, niteliklerine baktığımızda, aşağı yukarı İslamiyet’teki Esmaü’l Hüsna ile örtüşen bir yapı görüyoruz. Bunların isimleri de belli. Diyelim ki; İslam’da Allah’ın Kıdem sıfatı varsa Kök Tanrı’da da Bayat sıfatı var. Beka sıfatı varsa burada da Mengü sıfatı var. Burada Rezzak varsa, burada İgidgen var. Burada rahmet(rahim olma) varsa, burada da Bagırsak diye bir tabir var… Bunu çoğaltabiliyoruz. Aşağı yukarı büyük ölçüde örtüşen bir liste var. Kainatın yaratıcısı ve tek hâkimi. Ama bu öyle bir Tanrı fikri ki; varlıktan da ayrı ve gayrı değil. Varlıkla da organik temâsı olan bir Tanrı düşüncesi. Yani gökyüzünde soyut bir Zeus değil bu Tanrı!.. Pekala, bütün hayatiyet alametlerini taşıyan, her bir alanda tecelli eden bir Tanrı. Ağaçta da tecelli ediyor, suda da, dağda da… “Tanrı Dağları” diyor mesela. İnsanlarda hasseten tecelli ediyor. Buna “Kut” deniliyor. Hani bugün bayramınız “kutlu” olsun diye tebriklerde kullandığımız bir kelime var ya, o söz bu “kut” kökünden gelir. Kut, Tanrı’nın insanda ortaya çıkan tecellisi demek. Yani bu Tanrı, bütün varlığa ilişiktir. Ve bu Tanrı fikri dolayısıyla, bu merkezi kudrete tüm hayatı boyunca yer verişleri dolayısıyla, şöyle bir perspektifi kullanmak mecburiyet haline geliyor. Bu kadar kudretli bir Tanrı fikri varsa, bu Tanrı fikrinin merkezinde yer aldığı bir “sistem” de olmalıdır. Bir hikmet anlayışı da olmalıdır, suali veya meselesi ile karşı karşıya kalıyoruz.?
****
Nedir bu sistem? Şimdi bu sistemin ne olduğunu öncelikle Kutadgu Bilig’e soralım, dediğimiz vakit birkaç cümle ile Kutadgu Bilig’in içeriği hakkında bilgi vermek zarureti doğar. Ondan sonra konuya geri dönelim.
Kutadgu Bilig 1069-70 yılında yazılmış bir eser. Teorik bir ütopya değil, konunun tüm uzmanlarının ortak kanaati bu. Yani hiç uygulanmamış, bir kişinin şahsî tahayyülü değil. Uygulanan bir sistemin yazıya geçirilmiş hali. Konuyla uğraşan uzmanların ortak kanaati budur. Reşit Rahmeti ARAT da, İbrahim KAFESOĞLU da diğer araştırmacılar da aynı şeyi söylüyorlar. Benim kanaatim de budur.
***
Kutadgu Bilig’de dört temel kavram var. Bunlardan birincisi “Töre” kavramı ve hakan kimliği ile canlandırılıyor. Bir soyut kavram teşhis ediliyor, şahıslandırılıyor, kişilik veriliyor ve hakan rolüyle karşımıza çıkıyor. Buna Küntogdu diyor. Doğmuş güneş anlamında. Töre’yi de güneşe benzetiyor metinde. İkinci kavram “kut” kavramıdır. Bu kavram da gene kişileştiriliyor ve hakanın yardımcısı başvezir rolüyle görevlendiriliyor. Kut’un eserdeki müşahhas halinin adını söylemeyi unuttum. Kut da Aytoldı’dır. Dolunay!.. Güneş Töre’yi, ay Kut’u temsil eder. Üçüncü kavram “akıl” kavramıdır. Bu da kişileştiriliyor. Bu yönüyle de çok orijinaldir. Soyut kavramları kişileştirerek belli görevler yüklenmiş birer kahramana dönüştürülmesi yönüyle de orijinaldir Kutadgu Bilig. (Bir de 19. Yüzyıl büyük şairlerimizden Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ında benzer bir hal görürüz. Orda da özellikle aşk ve güzellik iki şahsiyet haline getiriliyor. O da fevkalade ciddi üzerinde durulması gereken bir eserimizdir. Ama bu yönüyle pek ele alındığını düşünmüyorum.) Üçüncü kahraman akıldır dedim, buna da Ögdilmiş adı veriliyor. Ög kökünden türetilen bir ad veriliyor. Bugün “öğrenmek” fiili oradan gelir. “Öğüt” dediğimiz, “öğrenci” dediğimiz kelimeler oradan gelir. Ög, akıl demektir Türkçede. Aynı zamanda “öksüz” de aynı kökten türer ve anne demektir. Anne kavramından soyutlanarak akıl yapılmış. Yusuf Has Hacib de bu kelimeyi tekrar kişileştirip vezir rolüyle Kutadgu Bilig’in 3. kahramanı olarak kullanmış. Dördüncü kahraman “irfan” kavramıdır. Hikmet kavramıdır. Eserde akıbet olarak geçiyor, adını da Odgurmuş koyuyor. Od ateş demek. Odgurmuş bir tarafıyla yanmış, bir tarafıyla uyanmış demektir. Türkçe’de yanmak ile uyanmak kelimeleri aynı kökten geliyor. Yanmadan uyanmak yok!.. Önce yanacaksınız.
…
Şimdi, bu dört kahraman üzerinden sistemini kuruyor. Bunları tanıtırken diğer taraftan da bilgiler veriyor Yusuf Has HACİB. Uzay sistemini gezegenleri anlattığı yerde, yörüngelerden haberdar, bir küresel hareket olduğundan haberdar, yani bu uzay sistemine dair bilgiler Copernick’ten Galile’den çok önce biliniyor. Mevlana da biliyor, Yusuf Has HACİB de biliyor bunu. Anlatırken güneşle ay arasındaki ilişkiyi şöyle aktarıyor; güneşe bağlı gezegenleri tanıttıktan sonra, “tüm bu gezegenlerin altında ay dolaşır” diyor. “Güneşle karşı karşıya gelince dolunlaşır” diyor. Yani ayın ışığını güneşten aldığını biliyor Yusuf Has Hacib. Sonra da Töre’ye güneş, Kut’a ay adını veriyor. Kut kavramının Hunlar’dan beri Türkçenin bilinen en eski iki kelimesinden birisi olduğunu biliyoruz. Biri Tanrı, diğeri Kut’tur. Tanrısal bir değer olduğu biliniyor Kut’un. Tanrı kaynaklı bir değer olduğu biliniyor. Fakat ay’ın ışığını güneşten aldığı gibi, Kut’un da ışığını Töre’den alan bir değer olduğunu aktarıyor Yusuf Has Hacib.
Yani Kut, orijini itibariyle Tanrısal, Tanrı kaynaklı bir değer; ama görünür hale gelmesini Töre’ye borçlu.
Burada sual şudur: Kaynağı Tanrı olan Kut’u gösteren güneştir, yani Töre’dir. Tanrısal Kut, neden Töre sayesinde ortaya çıksın? Tanrı ile Töre nasıl bir münasebet halindedir? Gördüğünüz gibi, Tanrı’yla Töre arasındaki ilişkinin mecburi hale geldiği bir sistem var. Bunun da cevabını kendisi veriyor içeride. Kutadgu Bilig. 3192. beyit diyor ki;
“Ogan ol köni çın Törü birgüçi
Törümiş kamug halkka yetrü küçi”.
Ogan, kadir-i mutlak demek, Kudret sıfatına tekabül ediyor. Tanrı’nın bir ismi Ogan. Köni yine Tanrı’nın isimlerinden biri: Âdil demek.
“Kadiri mutlak ve âdil olan Tanrı, Töre’nin asıl sahibidir ve onu insanlara verendir.”
Yani isimlendirmede gösterdiğimiz o teşbih bir fantezi değil! İnanış o ki Töre Tanrı’nın sistemidir ve onu insanlara veren Tanrı’dır. Hem ana kurgusu itibariyle, kahramanları birbirine ilişkilendirişi itibariyle, hem de içerde Töre-Tanrı ilişkisini açıklayan bu beyitle bize aradığımız cevabı Yusuf Has Hacib veriyor. Ama bunu verirken, dikkat ederseniz, vurguladığı iki tane kavram var: Kudret ve adalet!.. Tanrı’nın kaadir ve âdil oluşuna atfen bir ön şart koşuyor: Adaletin gerçekleşmesi için kudret olmazsa olmaz bir şarttır. Kudretin olmadığı yerde adalet değil, zillet vardır. Töre’nin sahibi olan Tanrı’nın ona sahip olabilme gerekçesi, onun Kadir-i Mutlak(Ogan) ve Âdil(Köni) oluşudur.
Peki, adalet ne demektir?
Bu soruyu sorunca herkesin kafasında aşağı yukarı bir cevap oluşur. Ama ilk akla gelen tarif, “kanunun dediği şey” anlamına bir cevap! Kanunun dediği şey, tabii ki her zaman adalet getirmez arkadaşlar. O resmî uygulamadır. Eğer sınıflı bir toplumsanız, üst sınıfın menfaatini koruyan uygulamadır. Yönetici sınıfın menfaatini koruyan uygulamadır. Adalet o değildir. Soyut ve mutlak anlamda adalet bambaşka bir şeydir ve herhangi bir statik çerçeveye sığmayacak kadar dinamik bir değerdir. Her an değişen bir kavramdır. Dün adalet dediğiniz şey bugün adalet olmaktan çıkıp zulüm olabilir. Çünkü varoluş sürekli hareket halindedir. Şartlar sürekli değişir ve şartlar değiştikçe adaletin kıvamı, terkibi de değişir. Yeri de değişir. Stabil, durağan ve kitabî bir değer değildir adalet. Bu bakımdan adaletin tespiti ve tahlili her an çok ciddi bir uyanıklık ve genel hayat dengelerini anlamış insana bağlıdır. Genel hayat dengelerini kavramaya hikmet diyoruz. HİKMETin Türkçedeki karşılığı BİLGELİK kavramıdır. Kutadgu Bilig’de bilgelik olarak geçiyor. Doğruyla yanlışın ne olduğunu bilge kişi kararlaştırır. Rastgele bir kimse adaletin ne olduğunu bilmez. Adalet yapayım derken zulme alet olur. Kaş yapayım derken göz çıkarır. Hani vardır ya halkımızın arasında: Kaşığıyla verir, sapıyla gözünü çıkarır. Bu bakımdan genel kavrayış sahibi, zahirini gördüğü kadar batınını da gören bir görüş sahibi olması gerekir, adaleti sağlayacak kişinin. Yani bilge kişi olması lazım. Peki, “bilge kişi” nasıl olunur? Kutadgu Bilig işte bunu anlatan kitaptır. Kutadgu Bilig’in adının karşılığını da söylemem lazım: Kut kazanma bilgisidir. Neye göre kut kazanacağız: Töre’ye göre. Peki, bilge kişi adaleti neye göre belirler: Töre’ye göre. Töre’yi bilmeyen bir kişinin adaleti tayin etme şansı yoktur. Çünkü Töre, Türk Hikmet Geleneği’nin adıdır. Aynı zamanda eski Türk inanışının da adıdır. Türk kelimesi ile Töre kelimesi arasında ciddi anlamda bir ilişki var. İkisi de türemek fiilinden yapılmış. Türk kelimesi “Töreye uyan” demek. Bir soyun adı değil bir hikmete tabi olan, bir manevi kimliğin adı Türk. Fransız İhtilal’inden beri insanlığa kan ağlatan ırk fikri bizim geleneğimizde yoktur. Zaten her fırsatta dile getirdiğimiz gibi imparatorluk geleneğinde soy fikri hâkim fikir olmaz. Varsa bile olamaz. Stratejik değildir, kullanılamaz. Çünkü tesir sahasındaki diğer topluluklarda reaksiyon uyandırır. Hâlbuki Töre’nin en önemli emirlerinden biri dünya nizamını temin etmektir. Bunun için devlet kurumu devreye girer. Töre devletsiz uygulanamayan bir sistemdir. Töre mutlaka devlet ister. Onun için Töre sahibi olan, Töresine bağlı olan topluluklar, Törelerini uygulayabilmek için çevrelerindeki sınıflı toplumların tehditlerinden, teşkil ettikleri tehlikelerden kurtulabilmek için, güç birliği ihtiyacı içindedirler. Hem de o bölgelerdeki mazlum insanları kurtarabilmeleri için güce ihtiyaçları vardır. Bu da devletle olur. Onun için ya devlet başa ya kuzgun leşe denmiş. Devlet toplumun örgütlü gücüdür çünkü. Elbirliğidir, işbirliğidir devlet. Ve Türkçe’de devlet kelimesinin karşılığı bugün şehir, vilayet anlamında kullanılan “İl” kelimesidir. Kutadgu Bilig’in yazıldığı dönemde devlet demekti. Ve il kelimesinin kelime anlamı(kavram yönüyle devletin adıdır), huzur demektir. Hala Ege bölgesinde, Akdeniz bölgesinde, Türkmen bölgelerinde kullanılan bir kelime var: “İlimek” diye bir kelime. “İçine ilimek” diye kullanılır. Belki aranızda bilenler de vardır. Bugün bir fenalık yapan adama vicdanın sızlamıyor mu? anlamında “içine ilidi mi şimdi bu yaptığın?” diye söylerler. İşte ilimek fiili buradan geliyor. İl huzur demek. Cihan’a huzur getirmekle mükellef kurum. “Huzur nasıl getirilir?”, “Huzuru getirecek olan insan tipi ve toplum modeli nasıl olmalıdır?” Sorusunun da cevaplarını Kutadgu Bilig veriyor.
Yard. Doç. Dr. Sait BAŞER
Tamamı ve Devamı- Kültür sanat sayfamız da..