Allah İnsanı imtihan için yeryüzüne gönderirken birçok nimeti de istifadesine sundu, bu nimetlerin çok az bir kısmından imtihanı gereği insanı men etti. Aslolan ibahedir, helal genel, haramlar ise istisnaidir. Yeryüzünde yaşadığımız sürece helalı haram kılmamak kaydı ile nimetlerden istifade esastır. Nimetler misafirhane sahibinin biz misafirlerine ikramıdır, istifade edeceğiz ve istifade ettireceğiz, ikram eden ikram bulur hassasiyeti ile…
Nimet şükür ister, şükür görmezse eğer, çeker gider. Şükür nimetin cinsinden olur. Sağlık nimettir, şükrünü edaya bakmalı, sağlık nimetine şükretmek, hasta olup sabretmeye müreccahtır…
Ahiretin dünyadan daha fazla nazarlara sunulması, ahiretin daha hayırlı ve baki olmasındandır, yoksa bu tercih dünyanın kötü ve çirkinliğinden değildir. Dünya da ahiret de Rabbimizin bize ihsanıdır. Dünyayı deni yapan, dünyalığa kavuşunca, şaşırıp isyana müptela olan insandır.
Din ihsanı ilahidir; hikmetle düşünmeyi, ferasetle bakmayı emreder. Din, şirki ret, tevhidi esas kılar, şirke ve küfre götüren yolları da tıkar. Din, ebedi saadete götüren en büyük nimettir.
Bütün semavi dinlerde dünya-ahiret dengesine dikkat çekilmiştir. Birinin diğerine feda edilmemesi tembihlenmiştir. ‘’Allah’ın sana verdikleriyle ahiretini kazanmaya bak! Dünyadaki nasibini de unutma!’’ düsturundan sapan Karun zihniyetliler daldıkları dünyada boğulmuş, müfrit mistikler de bir lokma bir hırka felsefesi ile dünyayı kendilerine zindan kılmışlar.
Brahma’nın ahireti önceleyen öğretisi ve dünyanın putlaştırılmasına karşı çıkışını, Brahmanistler, o kadar abartmışlar ki; bu gün, bu dinin dervişleri-ermişleri (Sadular) dünyalık saydıkları elbiseyi de üzerlerinden atarak çırılçıplak ayin yapmaktadırlar. Hâlbuki elbise; soğuk ve sıcaktan korunmak, ayıp yerlerimizi örtmek için Allah’ın insanoğluna lütfettiği önemli bir nimettir. Buda’nın nefsi terbiye etme adına uyguladığı riyazeti, Budistler abartarak kendilerini şişlemek ve çıplak ayaklarla ateşin üzerinde yürümek haline sokmuşlar ve Nirvana’ya ulaşma karinesi haline getirmişler.
Yahudiler rabbaniliği, Hıristiyanlar da ruhbanlığı ihdas ederek, Allah’la aralarına aracı koyarak işlerini zorlaştırdılar. Hristiyanlar haftada bir kez kiliseye gidip ilahi dinleyerek, papaza günah itiraf etmeyi din sandılar. Ve Allah’ın kendilerine ihsanı olan dinlerini hevalarına kurban ettiler.
De ki: “Ben size, ‘Allah’ın hazineleri benim yanımdadır’ demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size ‘Ben bir meleğim’ de demiyorum. Ben sadece, bana vahyedilene uyuyorum.”(En’am 50) Ayetiyle vasfedilen, ümmetinin arasında oturan; ‘’Acemlerin büyüklerinin önünde kalktığı gibi önümde kalkmayın.’’, ‘’Ben kral değilim, iki siyahla beslenen ve kurutulmuş et yiyen bir kadının oğlu, Allah’ın kulu ve Resulüyüm.’’ diyen İslam peygamberinin ümmetinin durumu da iç açıcı değildir. Köşe başlarında, mahalle aralarında tezgâh kuran, dini dünyalığa tahvil eden muskacıların, üfürükçülerin, türedi şeyhlerin, sahtekâr din bezirgânlarının tezgâhlarındaki kalabalığa bakılırsa, Müslümanların da sahte, mistik ve mitolojik saplantılara heves ettikleri görülüyor ve manzara içimizi acıtıyor. Durum acı ve üzücüdür maalesef…
Peki, neden Müslümanlar aracılıktan arı, saf, insana eşrefi mahlûkat payesini veren dinlerini bırakıp, din baronlarına gönüllü kul-köle olurlar? Aziz olmayı bırakıp neden zillete, miskinliğe sarılırlar, hurafe ve hurafecilerden medet beklerler? Dünya nimetlerini acılaştıran kabir ziyaretlerinden ibret almak yerine, kabirlere yüz sürüp kabristanlarda deva ararlar?
Kur’an okudukları halde sümüğü şerif hikâyelerine kanan, Nal’ı mübareğe para yatıran, hocasının iç çamaşırını koklayan zavallıların tedavisi nasıl olacak?
Abdulgani TEKİN