Müslümanlar kendi kendilerine yettikleri, dünyalığa yamulmadıkları, kapitalizme yenilmedikleri dönemlerinde helal ve haram konusunda daha dikkatliydiler. Helal ve haram konusunda daha hassas idiler. Hak ve hukuk konusunda daha gayretkeş idiler. Tasadduk ve infak konusunda kılı kırk yararlardı. O devirde; Müslümanın sözü ile özü birdi, olduğu gibi görünür, göründüğü gibi olurdu. Müslüman sözünün eriydi, yapmayacağını söylemez, söylediğini de mutlaka yapardı. Eylemi ve söylemi uyumlu, kendisi ile barışık, dürüst ve şahsiyet sahibiydi Müslüman. Şahsiyetine leke, izzetine halel getirecek işe tenezzül etmezdi. Bu vasıflarla muttasıf Müslümanın bakışı, kalkışı, oturuşu, alışverişi güven verirdi. İlmin, irfanın, dürüstlüğün, ahlaki meziyetlerin geçer akçe olduğu Müslüman toplumda; ahlaksızların ödü kopardı…
Muasır Müslümanlara bakıyoruz; çok güzel şeyler söylüyorlar, adaletten, iyilikten, haktan hukuktan, dinden, kitaptan bahsedince ağızlarından bal akıyor. Ama ilişkilerine bakıyorsunuz her tarafı dökülüyor; dürüstlükten bahsediyor, hileye boğulmuş, namuslu olmaktan bahsediyor, ahlaksızlıkta pervasız. Adaletten bahsediyor, bakıyorsunuz ya zulmediyor ya da zalime alkış tutuyor. Boğazına kadar harama batmış, haramdan besleniyor, ama kandillerde, cuma günleri ayet, hadis, dua, süslü ve bol salavatlı mesajlar paylaşarak sureti haktan gözüküyor ve mübarek mübarek caka satıyor.
İki yüzlülüğün zirve yaptığı, münafıklığın makyajla kamufle edilmeye çalışıldığı bir dönem yaşıyoruz. Müslümanların, gayri İslami duruş ve davranışlarını normal görmeleri ve kendilerini bu duruma inandırmaları tarihin hiçbir devrinde bu kadar zirve yapmamıştır herhalde… Ar damarı çatlamış, haya perdesi kalkmış, hakkaniyet hissi yok olmuş, vicdan tefessüh etmiş, ama insanlar, her şey güllük gülistanlıkmış gibi davranıyor. Çatlaklar yıkımı haykırıyor, lakin devrin Müslümanı çatlakları boyamakla meşgul, gel gör ki boya çatlakları kapatmıyor.
Üniversitede talebeyiz, Anadolu’dan gelmişiz, utangaç, bir o kadar da çekingeniz. Erkek giyimi işi yapan Müslüman bir esnaf, zekatından 10 öğrenciye takım elbise verecekmiş; Esnaf hassas davranarak öğrenci, hem de İlahiyat öğrencisi çağırtmış. Gittik işyerine, mahcup bir duruşla ayakta bekliyoruz, ‘’birer takım elbise vereceğiz’’ dediler. Bizim seçme hakkımız var zannı ile ‘’ben bunu alayım’’ dedim. Adam ‘’olmaz, bunlardan alamazsın!’’ deyince, utancımdan ne diyeceğimi bilemedim. Bizi, zekât için ayırdıkları malların başına götürdüler, birer takım elbise poşetleyip elimize verdiler. Eve varınca takımı giydim, ne göreyim; 70 lerin modası İspanyol paça; modası geçmiş, satılmamış, elinde kalmış takımları Allah’a ayırmış uyanık Müslüman. Kendince hem zekât vermiş oluyor hem de İlahiyat talebelerine vererek çifte sevap işlemiş oluyor. Tabi ben pantolonu giyemedim, ceketi giydim sadece. Buna ‘’zekât verdim’’ zannetmek, ya da ‘’Allahtan çalmak’’ denilebilir.
Müslümanlar olarak ahlak problemi yaşıyoruz; Müslüman Zekâttan çalıyor, namazdan çalıyor, hacdan çalıyor. Müteahhit demirden çalınca depremde enkazın altında canlar kalıyor. İşçi işinin hakkını vermeyerek patrondan, patron işçisinin alın terini kırparak, sigortasını eksik yatırarak işçiden çalıyor. Müslüman randevusuna zamanında gelmeyerek beklettiği kişinin ömründen çalıyor. Esnaf ayıplı malı müşteriye satıp, ürünün arkasında durmayarak insanların itimadını çalıyor. Komşu komşuya rahatsızlık vererek komşusunun huzurundan çalıyor. Öğretmen mazeretsiz derse girmeyip öğrencinin geleceğinden çalıyor (bunu İlkokulda bizzat yaşadım). Zerzevatçı çürük sebze-meyveyi poşete tıkıştırarak fakir-fukaranın mutfağından çalıyor. Siyasetçi yapamayacağı işleri yapmayı vadederek (iki anahtar sallamak gibi) seçmenin umudunu çalıyor. Kısacası hırsızlık sanat olmuş, hırsız muteber…
Müslüman defolu haliyle ahkam kesmekten geri kalmıyor, kusuru hep başkasında arıyor, suçu zamana atıyor, günahı da şartlara yüklüyor. Tabi bu halin de bedeli ağır oluyor…
Abdulgani Tekin