Bir Baba Dervişin konu ile ilgili vaazı
Bildiğiniz meseledir: Eskiler Kur’an’ı Kerim’de[3] Kehf Suresinde geçen Zülkarneyn’in yolculuğunu, yöneticinin sorumluluklarını anlatan bir kıssa olarak görürler. Kıssada Zülkarneyn, Doğu’ya doğru bir yolculuğa çıkar. Yolda bazı kavimlerle karşılaşır. Karşılaştığı bir kavim için Allah Teâla(cc) ona, “ister onlara azab et, ister onlara güzellikle davran” der. Zülkarneyn, “onların şer üzerinde gidenlerine azap edeceğim, hayra gidenlerinin de yolunu kolaylaştıracağım” diye cevap verir.
Bu kıssadan hareketle eskiler, yöneticinin asli görevlerinden birinin de toplumdan asla eksik olmayacak olan bu iki gruptan şerre gidenlerin yolunu/elini/gücünü kesmek, hayra gidenlerin yolunu açmak/kolaylaştırmak olduğunun tespitini yaparlar. Hatta ilk olarak bahsedilmesinden hareketle şerrin yolunun kesilmesinin öncelikli olduğunu düşünürler.
Müsaadenizle konuya girelim:
“Deprem Öldürmez Beton Öldürür” diyordu, Turgut Cansever Hoca. Öğrencisi Semih Akşeker ve bu işi dert edinmiş niceleri de aynı iddiayı dillendirmeye devam ediyor. Ancak bize göre bu ifade hakkı ile gerçeği ifade etmiyor.
Bilmiyorum ki, izah edebilecek miyiz? Deneyelim…
Sanırım bilmeyen kalmamıştır; biz bir deprem ülkesiyiz. Afrika kıtasının Asya’ya doğru yaptığı baskının tam merkezindeyiz. Belki, depremlerin sebebinin Afrika kıtasının Anadolu’ya yaptığı baskı olduğunu veya diğer nedenleri fark edemeyebiliriz. Ancak depremler ülkesi olduğumuzu ve yakında yeni büyük depremlerin olacağını bilmek için ne deprem uzmanı olmaya, ne jeoteknik, ne jeofizik mühendisi olmaya hatta ne de hikmet sahibi olmaya gerek var sanırım.
Mesela Bursa ve yakın civarında Milattan önce 427, 360, 287, 32 yıllarında Milattan sonra 120, 123, 262, 358, 362, 368, 447, 460, 478, 543, 554, 740, 989, 1063, 1143, 1327, 1400, 1418, 1463, 1555, 1674, 1705, 1707, 1709, 1711, 1712, 1719, 1754, 1851, 2 Mart 1855 ve 12 Nisan 1855, 1858, 1860 yıllarından 7 ila 10 şiddeti arasında depremler olmuş.
Yani kaydedilmiş tarih boyunca -eğer ardı ardına olanları artçı depremler olarak düşünürsek- ortalama 100 yılda bir, 40 ile 250 sene arası periyodlar ile Bursa-İznik-Karacabey hattını çok büyük depremler vurmuş. Elinde böyle bir bilgi olan akl-ı selim birinin kabaca 160 senedir büyük bir depremin yaşanmadığı Bursa ve civarında çok yakın bir zamanda 7’nin üzerinde bir deprem olacağını düşünmesi sanırım, kâhinlik, ukalalık, haddi aşmak ya da komplo teorisyenliği değildir?
Ancak böyle bir bilgi elimizde olmasa bile 50 senelik ahir ömrümüzde bu topraklarda gördüğümüz, yaşadığımız, işittiğimiz nice deprem bize bunu hissedebilecek tecrübeyi vermiş olması gerekir. Zira Afyon, Dinar, Sakarya, Gölcük, Düzce, Yalova, Ağrı, Elazığ, İzmir, Muğla daha geçmişte Erzincan Varto gibi devasa ölçekli ya da çok az kimsenin ilgisini çeken hafif depremler bu coğrafyanın gündeminden hiç düşmedi.
Depremin gündemden düşmediği tek ülke biz değiliz elbette! Mesela Türkiye’deki fay hatlarının devamlarının içlerine doğru uzandığı İran da sık sık depremlerle imtihan olur. İran, 1990 yılındaki 7,4 şiddetindeki Menjil Depreminde 40 binden fazla; 26 Aralık 2003’teki Güney İran depreminde (6,6) 30 binden fazla insanını toprağa vermiştir.
Şili’de Durum Farklı
Şili de deprem ülkesidir. Ancak oradaki durum bizden biraz farklı; şu an 20 milyonluk bir ülke olan Şili’de, 1928 ve 1939 yıllarında meydana gelen 8,3 şiddetindeki depremlerin ağır sonuçlarından ders alan ülke, depreme yönelik tedbir politikalarını devreye sokup sıkı sıkı uygulamaya başlıyor. 1960’taki 9,5 şiddetindeki depremde edindiği yeni tecrübeler ile standartları daha da yükselten ülke 2010’da meydana gelen depremde, ölen sayısı -3’te biri oluşan 20 metrelik tsunamide olmak üzere- toplam 525 kişide kalıyor. Bu depremin de tecrübeleri ile alınan yeni tedbirler sonrası ölen sayısı 2014’teki 8,8 şiddetindeki depremde sadece 7, 2015’teki 8,4 şiddetindeki depremde ise 15 oluyor.
Şili’li bir deprem uzmanı olan Marcelo Lagos “Deprem insanları öldürmez; Kötü yönetimler, gevşek standartlar, kötü inşa edilmiş, bakımı ve denetimi yapılmamış binalar insanları öldürür” diyor. Ve alınan tedbirleri; depreme uyumlu yıkılınca insanı öldürmeyen hafif binalar, yatay mimari ve bina yıkıldığında, binayı yapan sorumluları binada oturanlara çok ağır tazminatlar ödemeye mahkûm eden ağır cezalar olarak özetliyor.
Türkiye’nin %40’ı kadar toprağı olmasına rağmen Türkiye’nin 1,5 katı (126 milyon) nüfusa sahip olan Japonya da bir deprem ülkesi. O da Şili gibi sıklıkla çok şiddetli depremlere maruz kalıyor.
Mesela 1923 yılında Tokyo’yu vuran 7,9 şiddetindeki depremde 100 bin kişi ölmüş. 1995 yılında ise Türkiye’deki depremler gibi karasal ve yeryüzüne yakın gerçekleşen Kobe (Hanşin) Depreminde (6,9) 6434 kişi ölüyor[4], konutları tahrip olan 350 bin kişi göçmen olup başka şehirlere gidiyor. Ölenlerin 3’te 1’i, geleneksel Japon mimarisinde evlerde ısınma amaçlı kullanılan portatif kömür mangallarının (hibachi)[5] devrilmesi sonucu çıkan yangınlarda, diğerlerinin büyük çoğunluğu Japonya’yı sık sık vuran tayfunların evi yerinden söküp götürmemesi için çatıya konan 2-2,5 tonluk ağırlıkların, dayanaklarından kurtulup insanları ezmesi nedeniyle ölüyor. Çatıyı ve evi yere tutturmanın alternatif yolunu bulup ısınmada merkezden otomatik kesilebilen gaz sistemi yaygınlaştırılarak bu sorun da çözülünce 2001 yılındaki Geiyo (6,8) Depreminde 3700 bina hasar görmesine rağmen sadece 1 tek kişi ölüyor.[6]
13 Şubat 2021 tarihinde 7,3 şiddetindeki Fukişima Depreminde ve ondan sadece 1 ay sonra meydana gelmiş olmasına rağmen 7,1 şiddetindeki Myagi Depreminde ölen toplam insan sayısı da 1 tek kişi de kalıyor.
(2011 yılında 6 dakika sürdüğü söylenen 9,1 şiddetindeki depremde 20 bine yakın kişi ölmesine ya da kaybolmasına rağmen ölenlerin neredeyse tamamı 40 metreyi aşan tsunami dalgaları nedeniyle olmuştur.)
JAPONLAR’ın yaptıkları da Şili’nin yaptıklarından pek farklı değil: Konut yapımını zelzeleye dayanıklı insanı ezmeyen hafif yapılara yönlendirip, insanları her an olabilecek bir depremle BETON mezarlıklar haline gelebilecek çok katlı BETON binalardan yani “insan tuzaklarından” uzak tutma yolunu tercih etmişler. Yaptıkları yüksek binaları da betondan kat be kat fazla esnekliği olan “Çelik Konstrüksiyon” temelli yapı malzemesi ile yapıyorlar. Çelik konstrüksiyon yapıların tepelerine de sallanmayı azaltacak depremin istikametinin tersine hareket eden ağırlıklar ya da zeminine deprem sırasında darbeyi emecek hareketli raylar, süspansiyonlar yerleştiriyorlar.
Japonya’dan seyredilebilecek deprem videolarında zangır zangır sallanan ama yıkılmayan birçok gökdelen videosunun sırrı da sanırım buralarda.
Bu noktada beton lobisi zihinlerimize bir itirazı yerleştiriyor: Japonya ve Şili’yi vuran depremler deniz depremleridir ve deniz depremlerinde yandan gelen darbeler alttan toprağı döven kara depremleri kadar etkili değildir. Bu doğru bir itiraz olmuş olsa da bu ülkelerin dakikalarca 8-9 şiddetinde sallanmalarına rağmen ayakta durabilen, durmasa bile insanları öldürmeyen yapılar yaptıklarını gizleyemez sanırım. Nitekim Japonya’da 100 sene önce olan depremlerde ölen sayısı yüz binleri bulurken, 1995 yılından bu güne kadar yaşanan 34 çok şiddetli depremde ölen insan sayısının 200’ü bile bulmaması burun kıvırılacak bir başarı değildir.
Aradaki fark ne?
Sanırım aradaki temel fark Japon ve Şili’li yöneticilerin, ülkelerinin deprem ülkesi olduğunu kabul edip, toplumlarını depreme uygun konut biçimine yönlendirmiş olmaları ve bunu tavizsiz takip etmeleridir.
Kanaatimize göre sorun, sömürge sonrası ya da bizim gibi gelişememe koridoruna hapsedilmiş ülkelerde toplumun, yönetici zümrenin adeta sömürgesi konumuna indirgenmiş olması nedeniyle olsa gerek önceliğin RANT ekonomisinin canlandırılmasına verilip YERLİ insan canının riske atılabilir/görülmesidir.
Yani sırların sırrı, bu ülkelerin yöneticilerinin önceki depremlerden tecrübe edinmeyi bilen, insan hayatını RANT ekonomisine tercih edebilen yöneticiler olması.
Zaten Türkiye’de, kentsel dönüşümün sadece RANT veren alanlara girebilmesi, -yapılar her ne kadar fay hattının üzerinde, çok eski ve dayanıksız olsa da- RANT vaad etmeyen bölgelere girememesi; bu bölgelerde yaşayan insanların gayet açık ancak sessiz bir şekilde KEDERLERİNE terk edilmiş olmaları sanırım iddiamızı ispatlar niteliktedir.[7]
Yani eski bir Anadolu deyimiyle bizde, halkın sofradaki yeri öküzden(ekonomiden) sonra geliyor.
Galiba tüm fark da bundan ibaret.
Biraz daha açmama müsaade edin lütfen.
Deprem olduğunda bizim coğrafyamızda herkes dışarı kaçmaya çalışır. Hâlbuki deprem dışarda da vardır. Kaçtığımız deprem değildir, AĞIR malzemelerden imal edilmiş binadır. Çünkü tehlikeli olan depremin yarattığı sarsıntı değil, binanın bizi ezmesidir.
Batılılar Özellikle Meskende Betonu Tercih Etmiyor.
Fark etmesi çok da zor olmayan sebepler nedeniyle Japonya gibi Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde de özellikle çok katlı “betonarme tabutlukları” konut ve yaşam alanlarında kullanmama gayreti vardır. (ABD’de tüm yapılar içindeki beton bina oranı %3, Almanya’da %23, Türkiye’de %95’dir).
Beton esnek değil, kırılıyor.
Ahşap ve çeliğin esneklik kabiliyeti betondan çok daha fazladır. Bu nedenle de sarsıntı ve darbelerde ayakta kalabiliyorlar. (Ahşabın esneme payı %40, çelik konstrüksiyonun %27, betonun ise %7’dir).
Deprem dalgaları (Bkz. depremde sallanan otobüs görüntüleri.[8]) dalgalar halinde beton yapıya vurmaya başladığında binanın iki ucu arasında meydana gelebilecek 7 derecelik ve üstü esnemelerde binanın kirişleri ve kolonları kırılır. Sonrasında ayakta kalması mucizelere bağlıdır.
Beton Ağırdır, Canlıyı Ezer
Ancak asıl sorun betonun esneyemez olması ve kolay kırılması değildir. Asıl sorun betonun çok ağır bir malzeme olup yıkıldığında insanı ezmesidir. Bu nedenle ölümlere büyük oranda sallanma, sarsıntı veya binanın yıkılması değil, insanların üzerine çöken beton kütleler sebep olur.
Yıkıldıkları zaman İnsan gücü ile Kaldırılamazlar
Eğer insanlar, talihleri sayesinde (Yoksa talihsizlikleri mi demeliydim) ilk anda ölmez de yıkıntının altında sağ kalırlarsa, -büyük ihtimalle- molozun içinden çıkartılmaları ancak insani gücü çok aşan makinelerle olmak zorundadır. Zira insanın gücü, binlerce tonluk yığınları kaldırıp altındaki insanları kurtarmaya yetmez.
Hâlbuki ahşap yapılar kolay yıkılmazlar. Yıkıldıklarında ise çoğunlukla insan gücü ile kaldırılabilirler. Hatta ahşabın altında kalan ve ağır şekilde yaralanmayanlar kendi imkânları ile bile enkazın altından çıkabilir.
Bu çok önemli bir konu zira yaşadığımız veya yaşayacağımız bundan sonraki felaketler kış aylarına denk geldiğinde beton blokların altında kurtarılmayı bekleyen insanları bekleyecek büyük tehlike soğuktan donma tehlikesi olacaktır. Eğer yaz aylarına rastlarsa da aşırı sıcak ve su kaybından ölümler en büyük risk olacaktır.
Zira hem Gölcük hem Maraş Depreminde (hakeza Kobe Depreminde) gördük ki, büyük alanları vuran depremlerde, devletin ve bu iş için yapılandırılmış kuruluşların organize bir şekilde deprem alanlarına müdahalesi 48 saatti geçebiliyor.
Radon Gazı Üretiyor
Taş, kum, çimento, beton, tuğla, alçı gibi hammaddesi topraktan elde edilen yapı ürünleri değişik oranlarda radyum içerebilmekte ve bozunarak radon kaynağı oluşturabilmektedirler.[9] BU maddeler eskiyip çürüdükçe saldığı radon gazının oranı da artıyor. Radon gazının akciğer kanserinin tetikleyicisi olduğunun düşünülmesi sebebiyle ABD’de betonarme binalarda -doğal gaz kullanılan binalarda olduğu gibi- odalarda havalandırma deliği açılması mecburiyeti getirilmiştir. Zira sigara içmemesine rağmen 20 bin insanda akciğer kanseri görülmüş olması betonların ürettiği radon gazına bağlanmıştır. Ne yazık ki, ülkemizde de akciğer kanserine çok sık rastlanılmasına rağmen konunun hiç gündeme gelmemesi oldukça kafa karıştırıcıdır.
Radon gazının tek etkisi akciğer kanserine sebep olması değildir; demir üzerinde de çürütücü etkisi vardır. Bu nedenle çimento içinde kalan 30-40 senelik demirlerin mukavemetlerini hangi oranda koruduklarını bilmek mümkün değildir.
Dikkat ederseniz 100-150 yıllık ahşap binalar gittikçe güzelleşirken 50 senelik bir betonarme binanın yüzüne bakılacak hali kalmamıştır. Bu nedenle 50 senelik binaların ister bina sahibi eli ile ister deprem vasıtası ile yıkılıp yeniden yapılmaları gerekir.
Ömrü Kısa
Diğer taraftan yapı malzemeleri içinde en kısa ömürlüsü de betondur. (Tam da bu yüzden egemenlerce tercih edilir.) Ortalama taş evlerin 1000-1500, ahşabın 100-120, çeliğin 80-100, betonun 40-50 sene ömrü vardır. Bu yüzden çevrede 200-300 senelik (hatta Eşrefoğlu Camii gibi Osmanlı öncesi Selçuklu ve beylikler döneminden 800-1000 senelik) ahşap yapılar görmek mümkünken –ve seneler geçtikçe güzelleşirlerken- 50 senelik betonarme binaların yüzlerine bakılacak halleri kalmamıştır. (Beton üreten firmalar betonun ömrünün 80 seneye kadar çıkabileceğini söylüyor olsa da çevremizde 80 seneyi bulmuş hiç bina olmaması ve yeni binaların bile 30-40 senede eskiyor olması onların iddialarına değil de kendi tecrübelerime güvenmeyi tercih etmem gerektiğini söylüyor. Zira onların aldıkları risk BENİM hayatım üzerine.)
Ama betonun kısa ömrü müteahhide, 100 senede aynı evi, halka 2-3 sefer satma imkânı verirken devlete de aynı evden 100 yılda birkaç kez yapım vergisi ve harcı alma imkânı verir. Her depremden sonra yapı sektörü için açılan pazar, ekonomik verilerin ve büyüme oranlarının yüksek gösterilmesine de imkân sağlar.
Burada belki de en can sıkıcı olan mevcut ekonomik şartlar altında sıradan bir insanın geliri bir ömür boyunca ancak bir tek ev almaya imkân verirken, aldığı beton evinin ömrünün ortalama bir insanın ömrüne yetmemesidir.
Ölüsü de Zarar
Ahşap ve çelik yapı malzemelerin ev olarak kullanım ömrü dolduğunda (-ki genelde eğer içinde oturanlar yıkıp apartman yapmayı düşünmüyorlarsa bu olmaz-) kullanılan malzemenin geri dönüşümü neredeyse tamamene yakın mümkündür. Ancak beton binaların ömrü dolduğunda -demir/çelik hurdalarının haricinde- neredeyse tamamı molozdur ve o molozdan kurtulmak da bir başka belaya dönüşür. (Özellikle deprem dönemlerinde.)
Bunları tasfiye etmek, yok etmek de hem devlet hem yıkıntı sahibi için büyük paralar harcanmasına neden olur.
Ahşap ve çelik malzeme ile yapılan evler yıkılsalar da çıkan malzeme büyük oranda yeni yapılacak bina için kullanılabilirken eğer beton bina yıkılmış ise tamamen işe yaramazdır. Bu, halk için dezavantaj olsa da, bütün her şeyi halka yeniden satmak büyük bir rant kapısını da aralar. (Depremle birlikte, devletin BORSAYI kapatmayı unutmasını(?) fırsat bilen UYANIKLARIN borsada çimento hisselerine saldırmış olmaları bir ahlaki zaafa işaret ettiği gibi bu alandaki rantın büyüklüğüne de işaret ediyor sanırım.)
(Yunanistan, Malta ve Hollanda gibi ülkelerde inşaat ve yıkım atıklarının geri kazanım oranları yüzde 100, Belçika, İtalya, Macaristan, Litvanya gibi ülkelerde yüzde 98, Portekiz, Almanya, Estonya gibi ülkelerde yüzde 94’ken Türkiye’de bu oranın yüzde 1 olması[10] Türkiye’de beton lobisinin gücünü hissettireceğini umuyorum.)
Cebe de Zarar
Ahşap mimari beton mimariden çok daha ucuz olmasına rağmen Türkiye’deki maliyetlerin yüksekliği kanaatimize göre sektörün betona yönlendirilmiş, üretimin ve ustalığın bu tarafa sevk edilmiş olması ile ilgilidir. Beton alanında çok daha fazla üretici firma, rekabet ve usta var iken yapı malzemesi olarak kullanılabilecek yanmaz ahşap ev malzemesi yurt içinde yeterince üretilmemekte genel olarak yurt dışından ithal gelmektedir. Eğer devlet yönlendirmeyi bu alana yaparsa üretim ve rekabet diğer tarafa yöneleceğinden bu alandaki rakamlar da aşağıya gelecektir.
Betonarmenin yazın, gündüz emdiği sıcağı gece içeri salan; kışın, kolay kolay ısıtılamayan beton evlerde ısıtma ve soğutma gideri azımsanacak gibi değildir.
Propaganda ve Aldatma
En sıradan birinin fark edebileceği gibi akl-ı selim deprem bölgelerinde, özellikle meskenlerin beton gibi ağır malzeme ile yapılmaması gerektiğini söylerken yılların içinde sistem ve yönetim mekanizmalarında kendine oldukça önemli bir pozisyon edinmiş olan çimento lobisi bizi, betona ikna etmek için propaganda savaşı yürütür.
Mesela yıkılan binaların yıkılma sebebinin yapımdaki bazı ihmaller, mühendislik uygulamalarındaki ya da yapı malzemelerindeki eksiklikler olduğunu söyleyerek dikkatimizi dağıtır. Buna da haberde olduğu gibi yıkılan on binlerce binayı değil, ayakta kalmayı başaran 1-2 binayı delil göstererek yapar.
Bahsi edilen unsurlar çok önemli ve kesinlikle ihmale gelmeyecek faktörlerdir. Ancak bunlar mükemmel olsa da sorun bitmemiş olduğunu unutmamak gerekir.
– Zira beton bir kimyasallar karışımıdır ve kamyona yüklenirken tam standart değerleri veren bir beton karışımının 15-20 km’lik yol sonunda bile -halk tabiri ile- ekşimiş (bozulmuş), kalitesinin düşmüş olmaması,
– Binanın mimarisinin depreme uygun planlanmış olması,
– Binanın mühendisliğinin kusursuz uygulanmış olması,
– Binanın ustalığının hatasız olması,
– Bina sahibinin binanın dengesini bozacak tadilata ya da değişikliğe gitmemiş olması,
– Binayı kullananların kolon ya da kirişlere zarar vermemiş olması,
– Binanın yapı malzemesinin uygun oranlarda hesaplanmış ve bu oranların mükemmelen uygulanmış olması,
– İnşaat esnasında deniz kumu ya da paslı demir gibi yapı kalitesine zarar veren malzemenin kullanılmış olmaması,
– Binanın üzerinde oturduğu zeminin binanın ağırlığını taşıyabilecek durumda olması,
– Binanın zeminin deprem esnasında çökmemesi,
– Zelzele esnasında binanın üzerinde oturduğu zeminin parçalı kırılmaması ya da hareket etmemesi gibi birçok MÜKEMMELLLİĞİN bir araya gelmesi lazım.
Ancak tüm bunlar mükemmelen olmuş olsa bile insana bir ömür bile meskenlik edebilme becerisi olmayan betonarme yapı 40-50 seneyi doldurmuş ise yıkılıp yeniden yapılması gerekir. (Ancak bir ev almanın bir ömürlük çalışmaya bedel olduğu bizim coğrafyamızda insanlar, belki de tek sermayeleri olan evlerini ellerinden alıp onlara daha küçük bir ev verilmesi teklifine sıcak bakmazlar, bakamazlar çünkü. Bu yüzden devlet desteği olmayan dönüşüm projeleri işe yaramaz.)
Depremle uyumlu bir yapı modeli yerine, yukarıda sayılan ya da sayılamayan şartların tamamını her hâlükârda bir araya getireceğini iddia ederek depremle cedelleşen, ona meydan okuyan bir yapı modeline yönelmek bize göre bu toprağın insanına ihanettir. Zira insan faktörünün devreye girdiği her yerde hata olacaktır. Çünkü insan nisyan ile yani unutması ile meşhur olmuş, EKSİK bir varlıktır. İnsanın olduğu yerde %1’lik bile olsa hata payı, hep olacaktır.
Dikkat edilirse eğer yaptığımız binaların %1’inde eksiklik ya da hata varsa toplumun %1’ini ağır beton blokların altına terk etmişiz demektir. 16 milyonluk İstanbul’un yüzde biri 160 bin insan demektir. Altı milyonluk Ankara’nın yüzde biri 60 bin, Bursa’nın 30 bin insan demektir.
Beton tercihi, en iyi ihtimalle işte bu %1’in harcanabileceği fikri ile hayat bulur.
Diğer taraftan doğal afetlerin doğası gereği tahmin edilemeyecek, öngörülemeyecek bir sürü faktörün devreye girmesi de her zaman mümkündür.
Bunları yetkililerimiz bilmez mi?
“Nice musibetleri insanın üzerine çeken mal hırsıdır.[11]”
Hz Ali (ra)
Bilmezler mi? Elbette ki bilirler.
Ancak yatay mimari ile müteahhit firmalar ve inşaat sektörünün dinmesi mümkün olmayan iştahının doyurulması mümkün değildir. Küçücük bir arsaya onlarca hatta yüzlerce daire sığdırarak elde edilen karlar ve ekonomik verilere yansıyacak birkaç artı puan başka insanların CANI üzerine alınan riski çok küçük gösteriyor sanırım.
Gelelim Turgut Cansever’in “Deprem Öldürmez, Beton Öldürür” sözüne…
Hocam hayatta olsaydı, “İnsanları öldüren beton mudur yoksa yönetici elitin böylesi deprem ülkesini betonarmeye yönlendirmeleri mi?” diye sormak isterdim.
Jeofizik, jeoteknik, jeoloji ve deprem mühendisleri “burada 2 kattan yüksek bina yapılmaz” derken il/ilçe meclislerinde birkaç müteahhit ve emlakçı toplanıp 2 katı 5’e, 5 Katı 10’a, 10’u 20’ye çıkardıklarında insanların katili beton mu oluyor? Demek isterdim.
Kurulan rüşvet mekanizmaları ile denetim mekanizmalarını devre dışı bıraktığımızda ya da sürekli aflar çıkararak gayrı meşrulukları meşrulaştırdığımızda insanı öldüren beton mudur? Diye sorardım.
Odunu diksen meyve verecek Maraş’ın, Hatay’ın, Bursa’nın, Sakarya’nın, Antalya’nın, Antep’in, Diyarbakır’ın, Manisa’nın, İzmir’in mümbit ancak beton binalar için çürük zeminli ovalarını SÖMÜRGE TİPİ beton yığınları ile –nefes alacak yer bırakmamacasına- tepeleme doldurunca insanları öldüren beton yığınları mı olur? Diye sitem ederdim.
Yalan! İnanın ki yalan. Bizi öldüren ne depremdir, ne de beton.
Bizi öldüren 2 katlık yere 5 katlık bina çıkmayı maharet sanan uyanıklığımızdır. Aç gözlülüğümüzdür, hırslarımızdır.
Bizi öldüren ranta odaklanmış sorumsuz yöneticilerimizdir.
Bizi öldüren, bizi %1 olarak görerek, ismimizi harcanabilirler hanesine yazan politikacı, yönetici, beton ve müteahhit RANTÇI lobinin iştahıdır.
Bizi öldüren on binlerce ölüme onca acıya rağmen bu politikaları sürdürenlere, RANT uğruna bunları edip işleyenlere hesap soramamamız, edene ettiğinin yanına kar kalmasıdır.
Bizi öldüren 50 sene bile kullanamayacağımız belki de mezarımız olacak beton bir heyula için bir ömür çalışmak zorunda kaldığımız, fakirliğimizdir.
Bizi öldüren uğrunda canımızı vermemiz istenilen yurdumuzda, üstüne ev yapabileceğimiz, üzerinde bizim ve çocuklarımızın insanca yaşayabileceği 300-500 metrekarelik bir toprak parçasını bırakın talep etmeyi, hayal etmekten bile korkan sindirilmişliğimiz, sömürülmeye müsait ruh halimizdir.
Sonsöz:
Başa dönelim. Zülkarneyn Kıssasında yöneticinin asli görevlerinden birinin de “şerre gidenin elini kesmek, hayra gidenin yolunu kolaylaştırmak” olduğunu öğrenmiştik.
Peki ya HAYIR şuurunu yitirmiş, hırsları, menfaati ve mal sevgisi için gözleri körleşenler bizzat o sorunları çözmekle görevli yetkililer ise ne olacak? Onların yolunu kim kesecek? Onlara kim hesap soracak?
Halkın bir kısmı mazlumsa bir kısmı da cahildir, fırsatçıdır, menfaatçidir: Onlara kim dur diyecek?
Onlara bir dur diyen olmazsa halimiz ne olacak?
Papa Francis bu sorunun cevabını şöyle vermiş: İşte o zaman toplumda hayra gidenler için daha iyi bir gelecek ümidi söner, HAKK ve adalet hissi yara alır, bencillik ve menfaatçilik maharet sayılır. Bu noktada KÖTÜLÜK, yaygın ve meşru olur.
Böyle bir durumun bedelini hep birlikte yüzbinler hatta milyonlarca insan, nesiller boyu öder.
Allah muhafaza eylesin. Ya hafız.
Bizdeki hikmet buna yetti, Allah Teâla (cc) doğrusunu bilir.
Ahmet Hakan Çakıcı
Şaban 1444 / ALANYA
Zeyl 1: Semih Akşeker Bey’in “Betona Hayır, Apartmana Hayır” kitabını temel alarak yazdığımız bir yazıdır. Kendisine teşekkür ederim.
Zeyl 2: Bu yazıyı yöneticilerimizi HAFİF Yapı modeline zorlamak maksadı ile bir kamuoyu oluşturmak için kaleme aldık. 20-30 sene sonra birisi böyle bir yazı yazmak zorunda kalmasın diye.
[1] Bu yazıdaki bilgilerin önemli kısmı Semih Akşeker Beyin “Apartmana Hayır, Betona Hayır” kitabından alınmıştır.
[2] Zygmund Bauman, Leonidas Donskis; Akışkan Kötülük, Zygmunt Bauman
[3] Kehf Suresi 87-88. Ayet-i Kerimeler meali (Hasan Basri Çantay): Nihayet güneşin battığı yere ulaşınca onu kara bir balçıkta batar buldu. Bunun yanında da bir kavim buldu. Dedik ki: «Zülkarneyn, (onları) ya azaba uğratmanda yahut haklarında güzellik (tarafını) tutman (da serbestsin)Dedi: «Amma kim zulmederse onu azâblandıracağız. Sonra da o, Rabbine döndürülür de O da kendisini şiddetli bir azâb (a dûçâr) eder». Amma kim îman eder, güzel de amel (ve hareket) eylerse onun için en güzel bir mükâfat vardır. Ona emrimizden kolay (taraf) ını da söyleyeceğiz
[4] https://www.milliyet.com.tr/molatik/galeri/kobe-depreminden-sonra-japonyada-neler-degisti-87669
[5] https://www.worldhistory.org/trans/tr/2-1426/geleneksel-japon-evi/
[6] https://tr2tr.wiki/wiki/2001_Geiyo_earthquake?ysclid=lejul324yj495512642
[7] https://t24.com.tr/yazarlar/cansu-camlibel/prof-dr-tarik-sengul-bu-huzursuzluk-fasizmi-de-cagirabilir,38900?fbclid=IwAR0cenIN8kPhPAkt74MA74B10qcNsArbGOr0ucGlMZVbL6f6cI6BF16pJgk
[8] https://www.ahaber.com.tr/video/yasam-videolari/hatayda-deprem-ani-kamerada-otobus-boyle-sallandi
[9] https://www.yesilbinadergisi.com/yayin/264/binalarda-radon-ve-saglik-uzerindeki-etkileri_7919.html#.ZAG__dBBzs0
[10] https://www.verikaynagi.com/grafik/insaat-ve-yikim-atiklarinin-geri-kazanim-orani-2020/?fbclid=IwAR1IBs7aD5iYTjNNaV_D8VHR9plxf-_0zUcknKKbW4JeX9Q9AVTF9E5AKAE
[11] Kuşeyri Risalesi