Hepimizin çokça duyduğu iktisat ya da başka bir deyişle ekonomi kelimesinin sözlükteki ilk anlamı; gelir ile gider arasındaki dengeyi kurmak ve korumak, harcamalar bakımından haddi aşmamak, aşırıya gitmemektir. Bir anlamda da tutumlu olmaktır.
Diğer bir anlamı ise; bir ülke, toplum veya kuruluştaki mal ve hizmetlerin üretim, tüketim ya da dağıtımına ait hususların, bölüşme biçimlerinin ve bunlardan kaynaklanan ilişkilerin tümüdür.
Daha akademik bir tanımla üretim, tüketim, arz ve talep arasındaki dengenin nasıl oluştuğunu, üretim faktörlerinin nasıl kullanıldığını inceleyen disiplindir.
Konu başlığımızın ikinci kelimesi ise, zihniyet. Zihniyet sözlük anlamıyla; bir toplumdaki ya da topluluktaki bireylerde, görüş, inanç ve alışkanlıkların etkisiyle, bunun yanına bilgiyi de katmalıyız, oluşan düşünme yolu, düşünüş biçimidir. Görüş ve inanışlar düşünme biçimlerini etkiler, bazen bilgiyi araç haline getirir; bazen bilgi görüş ve inanışlara hükmeder, genellikle de iş birliği yaparlar. Neticede adına bakış açısı diyebileceğimiz görüş farkları ortaya çıkar. Nasıl ki nesnel dünyada herhangi bir objeye farklı yönlerden göz attığımızda, diğer bakış açısına göre farklı yönleri gözlemliyorsak, toplumlar ve insanlar da kendi kültürel yapıları ve değerlendirme tarzlarıyla ve hatta kendi akıllarıyla farklı çözümlemeler ortaya koymuştur.
İktisat konusuna da zihniyet perspektifinden baktığımızda bu görüş farkları adete bir meydan savaşındaymış gibi birbirlerine sataşmıştır. Bu sataşmada sosyoloji, tarih, felsefe, siyaset, psikoloji gibi sosyal bilimlerin argümanları yanı sıra; matematik, istatistik gibi bilimlerin temel kuvvetler olarak kullanıldığı ve kullanılmakta olduğu gözlenmektedir. Hatta şiir, edebiyat ve sanat dalları yardımcı kuvvetler olarak mevzi almıştır. Bu çatışma alanının tarafları kendilerine ideolojiler kurmuş, toplumu yönlendirmeye, zapt etmeye çalışmış hatta bu uğurda can vermiş, can almıştır.
Bu genişlikte konuştuğumuzda konu o kadar derin ve yaygın hale gelir ki, bunun altından kalkamayız. Dolayısıyla bu konuşmanın çerçevesini sınırlamak durumundayız.
Üniversitelerin iktisada giriş dersinin ilk konusunda insan ihtiyaçlarının sonsuz olduğu buna karşın ihtiyaçları karşılayacak mal ve hizmetlerin sonlu olduğu ileri sürülür. Bugünkü hâkim iktisat görüşleri bu bakışı temel alarak problemi öyle kavramakta ve buna uygun çözümlemeler üretmektedir.
Halbuki yeryüzündeki, gökyüzündeki ve yeraltındaki imkanların yeterli olduğu, esas problemin paylaşımdaki adaletsizlik olduğu yönünde zihinsel bir bakış açısı üzerinde durulsaydı, problem böyle algılansaydı, çözümleme de bu istikamette olabilirdi. Üstelik yeterlilik ve kanaatkârlık üzerinden işletilen bir sistem en azından toplumların ve insanların fıtraten itiraz edemeyecekleri ideal bir düzen teklif edilmiş olurdu.
Örneğin “Zenginin malında fakirin hakkı vardır,” Komşusu aç iken tok yatan bizden değildir”, “Veren el alan elden üstündür”, “sakın zulmedenlerden olma” veya Hristiyan teolojideki sevgi temalı söylemler ve yine Kızılderili kültüründe yer alan “dünya bize atalarımızdan miras kalmadı, onu çocuklarımızdan ödünç aldık” derinliği ve yine Türk Töresinin derlenip toparlandığı “Kut Kazanma Sanatı” isimli eserde zikredilen “Bey’in zenginliğine gerek yok, budun tok olmalı” ikazı ve “Çok altın gümüş toplayıp hazine stoklama, ne bulursan ver, üleş, dağıt, paylaştır tavsiyesi ( ki bu tavsiye doğrudan doğruya Beylere yani düzen kuran ve düzeni kollayan yöneticilere yapılmıştır ve Bey gibi Bey’in gönlü açık, merhametli, cömert ve alçak gönüllü olması), Tevrat’ta 10 Emir’de geçen öldürmeyeceksin, çalmayacaksın, başkalarının mülküne tamah etmeyeceksin emri, servet tutkunluğunu bir esaret olarak gören Budist anlayış velhasıl binlerce yıldır insanı ve toplumu terbiye etmeye ve olgunlaştırmaya çalışan kadim gelenek, referans alınabilecek iktisadi bir modele maya olabilirdi.
Mevcut modelde ise biraz önce bahsettiğim zihniyet savaşından zaferle çıkan kapitalist zihniyet kendi muzaffer dünyasında bolluk ve refah içinde yaşar ve “bu bana yetmez, daha fazlasını isterim” derken; sömürülen milletler mahrumiyet içinde şaşkın ve muhtaç durumdadır.
Kapitalist ekonomik model içinde insanlığın sürüklendiği savaşlar ve toplumsal buhranlar insan türünü ve onunla birlikte çevre dahil tüm canlıları yok etmek üzeredir.
Peki, ne oldu da böyle oldu?
Max Weber (1864-1920)
Benzer bir soruyu Max Weber de soruyor. Ne oldu da geleneksel toplumdan modern topluma geçildi? Diye soruyor. Kapitalizmin dinamiklerini anlamaya çalışıyor. Bu soruya bulduğu cevap: Protestan ahlakının yaygınlaşmasıdır. Genel olarak bu cevabı veriyor. Temel farklılığı ise düşünce yapısındaki rasyonalite kavramıyla açıklıyor. Geleneksel toplumdaki insan, daha çok din ve metafiziğe bağlanmakta modern insan ise mantık ve aklı kullanmaktadır deyip rasyonalite kavramına işaret ediyor. Protestanlığın ise akılcı düşünceyi esas alan yaklaşımlar barındırdığı belirtiyor.
Protestanlığın kapitalizmi geliştirdiği iddiasının bir diğer gerekçesi, diğer dinlerin ya da mezheplerin, öteki dünya ağırlıklı olduğu iddiasıdır. Buna İslâmiyeti de katıyor tabi. İslamiyet hakkındaki bu tesbitine içeriden, Türkiye’den bir itiraz geliyor. Sabri Ülgener. Bu konuya daha sonra temas edeceğiz.
Max Weber’e göre fikri değişimler ekonomik değişimlerin öncülüdür. Weber, geçmişteki fikir değişimlerinin tarihsel olaylara yaptığı etkiyi incelemiş, dinsel karşılaştırmalar yaparak dinlerin toplumsal değişmeyi ilerletebileceği veya engelleyebileceği yargısına varmış, bu bağlamda Protestan ahlakındaki rasyonel düşünce yapısının kapitalizm ile örtüştüğünü savunmuştur. Yani ideal tipteki bir kapitalist ile ideal tipteki bir Protestan arasında, büyük benzerlikler vardır diyor.
O halde Protestan ahlak nedir? Ona bakalım.
Protestan Ahlak anlayışına göre Tanrı çok çalışanı, üreteni, emek harcayanı sever. Bu protestan ahlakın mesajıdır. Çalışmak kiliseye gitmekten daha önemlidir.
Protestanlık, Hristiyanlığın en büyük üç ana mezhebinden biridir. 16. yüzyılda Martin Luther ve Jean Calvin’in öncülüğünde Katolik Kilisesi’ne ve Papa’nın otoritesine karşı girişilen Reform hareketinin sonucunda doğmuştur (1529).
Protestanlık diğer Hristiyan mezheplerinden bazı ayrımlar gösterir. Katolik ve Ortodokslar gibi ruhanî başkanları yoktur.
Papazlara ihtiyaç duymaksızın Kitab-ı Mukaddes’i okuyabilirler. Ana dilde okuma yapabilirler. Katolik ve Ortodokslar Yunanca ve Latince okumak zorundaydı. Daha sonra Katolikler de ana dilde okuma yapmaya başlamışlar. Her vaftiz edilmiş müminin; aracı bulunmadan rahiplik yetkisi olduğuna inanırlar. Sadece Kitab-ı Mukaddes’i Hristiyanlık için tek kaynak sayarlar. Binlerce yıllık havarilerden günümüze gelerek korunmuş sözlü kilise geleneği terkedilmiştir. Ritüellerin kurtuluş getirmediğine olan inançtan dolayı Katolik ve Ortodoks kiliselerdeki gibi bir kilise disiplininden söz etmek mümkün değildir. Katolik rahiplerin aksine evlenmek serbest, hatta bazı mezheplerde kadınlar rahip bile olabiliyor.
Protestanlar, dünyevi çalışmayı hem bireye hem de bir bütün olarak topluma fayda sağlayan bir görev olarak yeniden tanımladılar. Hatta bu kavram sürekli olarak gayretle çalışma zorunluluğuna dönüştü. Amaca giden yolda buna uygun eylemde bulunmak şart ve gereklidir. Bu uğurda gerekirse amaca götüren araçları düzenlemek gerekir. Kısacası çalışmak ibadettir.
Dolayısıyla Weber’e göre bu kutsallaştırılan çalışma ahlakı kapitalizmin gelişmesinin temel sebebidir.
Şimdi, tabii ki bu Weber’in fikri. O böyle söyledi diye bunu hemen kabullenmek gerekir mi? Yani kapitalizmin bütün başarı alanı Almanya tecrübesinden mi ibarettir
Bazı düşünürler Protestan çalışma ahlakının kapitalizmi yaratmadığını, Kapitalizmin reform öncesi Katolik topluluklarda geliştiğini iddia etmişler. Bu fikrin Protestan üstünlüğünü öne sürmek için icat edilen bir efsane olarak görenler de olmuş. Fernand Broudel isimli tarihçi kapitalizmin Akdeniz’in eski merkezlerinde çok uzun süredir zaten var olduğunu, kuzey ülkelerinin bu kapitalizmi devraldığını söylüyor. Hatta bu kuzey ülkeleri işletme yönetiminde yeni hiçbir şey icat etmediler söyleminde bile bulunuyor. Hatta teknolojide bile yaptıkları keşifler sınırlıdır diyor.
Şu cümle dikkat çekici; “gerçek şu ki kapitalizm siyah kölelerin sömürülmesi ve acı çekmesi üzerine inşa edildi. Üstelik yoksulların sömürülmesi üzerine gelişmeye devam ediyor.
Sadece bunlar değil, kapitalizmin temelini Yahudiliğe dayandıran görüşler de var. Zira akılcılık ve kâr elde etme güdüsü noktasında Yahudi birey aynen kapitalist birey gibidir.
Ayrıca Weber’in İslâmiyet hakkında kaderci ve öte dünyacı bir dindir şeklindeki tespitini yanlış bulan batılı düşünürler de var. İslâmiyetin kapitalizme uygun olduğunu söylüyorlar.
Tabi burada şu eleştiriyi de yapabiliriz. İnsanın, bazı olgu ve olaylara isim verirken, olumlu anlam içeren kelimeleri kullanması, olayları bu kelimelerle açıklaması, eylemin ya da olgunun kendisini olumlu yapmaz. Kapitalist tecrübede adına rasyonellik(akılcılık) dediğimiz olguyu çıkarcılık ve menfaatçilik olarak da isimlendirebilirdik. Böylece kapitalizmi açıklamakta kullandığımız rasyonalite kelimesi en baştan içinde barındırdığı olumluluk hissinden azade olarak zihnimizi manupile etmezdi.
Burada şunu ifade etmek istiyorum ki nesneler üzerinde yapılan sihirbazlık nasıl insanlar üzerinde fevkalade bir etki yaratıyorsa aynen adına zihinsel sihirbazlık diyeceğimiz bir vakıa var. Burada amaç gerçeği anlatmak ve göstermek değil, bilakis zihni provoke ederek gerçeği örtmek ve menfaat sağlamaktır. Eğer bu örtme faaliyeti bir yanılgının eseri değil de bilinçli bir çabaysa sözlükte bunun adı küfürdür. Küfür kelimesi Arapça ve anlamı örtmek demek. Yani gerçeğin üstü örtülüyor.
Bu bağlamda biraz konu dışı olacak ama adına “sanal gerçeklik” dediğimiz dünyaya gerçeklik kelimesinin zihnimizde haksız yere çağrıştırdığı olumluluk hissine karşın “yalan dünya” adını verebilirdik. Yahut yapay zekâya “sahte akıl” deseydik, Metaverse veya Türkçe tabiriyle sanal evren dediğimiz şey ise belki de sadece “zindan” adını hak ediyordur.
Konumuza dönecek olursak kapitalizme giden sürecin etkilendiği başka yerlere de bakmamız lazım. Ama önce Sabri Ülgener’e dönelim.
Sabri Ülgener Weber’in İslamiyet hakkındaki tespitini (yani kaderci, öte dünyacı, kapitalizmin ruhuna uygun çalışma güdüsüne sahip olmadığı iddiasını) taraflı ve aceleci buluyor. İslam’ın temelindeki öz anlayış ile İslam’a yamanmış bazı kaderci anlayış arasında esaslı bir ayırım yapılmadığını, Kuran’da ve hadislerde ticareti teşvik eden söylemlerin girişimciliği dolayısıyla kapitalizmi engellemediğini, bilakis teşvik ettiğini belirtiyor.
Sabri Ülgener de feodalizmden kapitalizme geçiş sürecini bir zihniyet dönüşümü çerçevesinde anlamaya çalışmış. Bu zihniyet dönüşümünün dinamikleri arasına maddi unsurların yanı sıra manevi kültürel unsurların da önemli rolüne işaret etmiştir.
Ülgener iktisadi ahlak ve iktisadi zihniyet kavramlarını tanımlarken; ahlaki olanın olması gereken prensibe, normlara, yani teoriye işaret ettiğini belirtirken; zihniyetin olana, pratiğe ve göstergesi davranış olan eylemlere işaret ettiğini belirtiyor. Böyle tanımlamış.
Buna göre zihniyet ve ahlak uyumlu olabileceği gibi, birbirinden kopuk ve uyumsuz da olabilir.
Ülgener Osmanlı ekonomisinin kapitalizme geçememesinin sebeplerini tasavvufta bulmuş, batini tasavvuf anlayışının rasyonel ekonomik birey oluşumunu engellediğini ileri sürmüş.
İktisadi çözülme devrinin temel özelliği olarak Osmanlı insanını ya gökyüzünden rahmet ister, ya da yeryüzündekinden himmet bekler. Her şeyi kendisinin dışındaki ve üstündeki kuvvetlerden ister şeklinde belirtiyor.
Ve Ülgener’e göre Osmanlı’nın siyasi alanda parlak yükselme dönemi ile iktisadi açıdan çözülme dönemi aynı dönemdir.
Bunun bir nedeni olarak dünya ticaret yollarının Akdeniz havzasından Atlantik kıyılarına kayması, neticede sermaye ve teşebbüsün batı Avrupa limanlarında toplanması olarak görüyor.
Diğer bir neden olarak devlet ricalini ekonomik faaliyetten uzak tutan bir anlayışın varlığı, bu Osmanlı Devleti’nin bir nevi resmi zihniyeti.
Bir başka neden olarak ta geleneğe kayıtsız şartsız bağlanış, en küçük bir yeniliğe bile karşı duruş.
Ülgener’in tespitlerine ise şöyle eleştiriler getirilebilir.
Ülgener devletin ekonomik faaliyetten uzak durmasını iktisadi çöküşün bir sebebi olarak görüyor ama benimsediği serbest piyasacı kapitalist ekonomi de ekonomiye devlet müdahalesinin olmamasını istiyor.
Ayrıca Ülgener’in tasavvuf anlayışını ve tarikatları sahih İslam’dan bir sapma, İslam’ın bozulmuş hali olarak görmesini anlamak biraz zor.
Ayrıca Osmanlı Devleti’ni sadece Müslüman Türklerden ibaret etnik ve dini bakımdan homojen bir yapı olarak görmemek gerekiyor. Analizlerde bu unsurlarında dahil edilmesi gerekir.
Mesela İlk Türk matbaasını 16 Aralık 1727’de İbrahim Müteferrika kurmuştur, deniliyor ama Osmanlı Devleti’nde ilk matbaanın 1493 yılında Yahudiler tarafından kurulduğu, bunu takiben 1567 yılında Ermenilerin ve 1627 yılında da Rumların ilk matbaalarını açtıkları da bir gerçek. Yani Yahudiler, Rumlar ve Ermeniler Osmanlı değil mi idi? Onlar da Osmanlı idi. Açıkçası matbaanın Osmanlı’ya geç geldiği yanlış bilgidir.
Açıkçası Osmanlı’nın iktisadi çözülmesinin zihniyet yapısı ile ilgili çalışmalar gerçekten az görünüyor. Türkiye’deki çalışmalar neredeyse tamamıyla Weber ve Sabri Ülgener üzerinden yapılmakta olup özgün çalışmalara ihtiyaç vardır.
Şimdi Avrupa’ya dönelim Merkantilizm denilen 16. yüzyılda Batı Avrupa’da başlamış bir ekonomik politikadan bahsedelim. Türkçeye yaklaşık olarak “Ticaretçilik” olarak çevrilmesi mümkün.
Merkantilizmin temsil ettiği sınıf burjuvazidir. Burjuva bilindiği gibi Avrupa’da eskiden asillerle köylüler arasındaki şehirliler sınıfına verilen ad.
Bu sınıf gücünü eğitiminden veya işveren konumundan alıyor. Ticaret bu sınıf tarafından yürütülüyor. Gerektiğinde bedensel çalışmasını emeğini ortaya koyar. Burjuva sınıfı soylu sınıf olmayıp sonradan ticaretle zengin olmuştur. Kendisine atalarından toprak miras kalmamıştır. Kendi yeteneği ve çalışmasıyla zengin olmuştur.
Soylu sınıf ise sahip olduğu topraklara geleneksel olarak ve çoğu zaman atalarının mirası olduğu için duygusal bir bağ ile bağlıdır. O dönemki anlayışa göre bu toprakları satmayı asla düşünmez. Ancak toprak üzerindeki çalışmayı asla kendisi yapmaz. Bu çalışma işini ancak köleler ve ayak takımı tabir edilen toplumun en alt kesimindeki insanlar yapmalıdır. Soylular ve seçkinler sınıfı ülkeyi yönetir; sanatla, siyasetle, bilimle, edebiyatla, müzikle uğraşır.
Soylu kesim burjuvayı baldırı çıplaklar, görgüsüzler olarak nitelemiş ve onları siyasetten, sanattan anlamayan bir kitle olarak görmüştür.
Burjuva sınıfı ülke yönetiminde söz sahibi olmak istemiş, soylu sınıf buna şiddetle karşı çıkmıştır. Daha ileri zamanlarda Burjuvazi asıl gücün toprak değil para olduğunu net bir biçimde kavrayarak toprağa dayalı güç ve mülkiyet anlayışını bütünü ile reddetmiştir.
İşte bu bağlamda merkantilizm (ticaretçilik) denen akım baş gösteriyor. Döneme damgasını vuran iktisadi faaliyet türü ticarettir. Bu dönem bir keşifler çağıdır. İstila edilen yeni ülkelerden Avrupa’ya değerli madenler getirilmiştir. Dünya ölçeğinde ticaret başlamış, ülke tacirlerinin çıkarları çatışır hale gelmiş. Ülkeyi yönetenler bazı korumacı düzenlemeler yapmış, hatta ticarette tekelci yapılar ortaya çıkmış.
Ticari faaliyette gelişmeler yaşanırken ticari faaliyete yönelik dini tavırda değişmeler olmuş. Jean Calvin adında Fransız din reformcusu ortaya çıkmış, Kalvinizm adında bir Hristiyanlık mezhebi doğmuş. Jean Calvin 16. yüzyılda Avrupa’da gelişen Reform hareketinin en önemli önderlerinden birisi olmuş. Luther’in görüşlerini inceleyen Calvin Protestanlığa yakınlık duymaya başlamış. Katolik inançların egemen olduğu Fransa’da yaşamı tehlikeye girince İsviçre’ye kaçmış.
Calvin’in inanışına göre; din yöneticilerin ve kurumların elinde bir baskı ya da çıkar aracı olmamalıdır. Din yalnızca insan ile Tanrı arasında bir inanç sorunudur. İnsan dini kilise ya da öğretim kurumları aracılığıyla değil, doğrudan Kutsal Kitap’a (Tevrat-İncil) başvurarak öğrenmelidir. Tanrı ile insan arasında İsa’dan başka bir aracı söz konusu olamaz. Kalvinizm’e göre servet sahibi olmak orta çağdaki gibi utanç verici bir şey değildir. Para kazanmak, iş ahlakını yerine getirmenin bir yolu olarak kabul edilir ve elde edilen gelirle fakirlere yardım etmek, diğer toplumsal gereklilikleri yerine getirmek Tanrı adına bir kardeşlik ve dindarlık ifadesi olarak görülür. Kalvencilik ticareti yalnızca hoş görmekle yetinmemiş, ayrıca ticaret etkinliğini yüceltmiş ve ermişliğin bir işareti saymıştır. Calvin’in görüşleri Almanya, İskoçya, İngiltere, Hollanda ve Fransa’da kabul görmüştür.
Hristiyanlıkta faiz kesin olarak yasak olduğu halde Calvin bir eylemi değerlendirmede niyeti kıstas alarak faizi ve ticareti meşru kabul etmiştir. Yeter ki günahkâr hayatına sürükleyecek aşırı kazançlar peşinde koşmasın. Yani gözünü hırs bürümesin, diyor.
İşte bu ortam içinde uluslararası ve kıtalararası iş yapan burjuvaji Amerika’da etkili olmaya başlamıştır. Köleliğin kaldırılması ile özgürleşen köleler karın tokluğuna günlük yevmiye ile uzun çalışma saatleri ile buldukları ilk fabrikaya işçi olarak girmişlerdir. Zaten ABD’de kuzey eyaletlerinde çok sayıda fabrika kurmuş fakat çalıştıracak işçi bulamayan burjuvazi Avrupa’dan gelen işçiler de yeterli olmayınca ucuz iş gücü oluşturmak amacı ile köleliğin kaldırılmasını istemiştir. Tarım ve hayvancılıkla uğraşan güneydeki toprak sahipleri buna karşı çıkmıştır. Ellerindeki köleleri kaybetmek istememişleridir.
İşte bu ve benzeri ulusal ve uluslararası gelişmelerle güç kazanan burjuvazi ekonomi politikte söz sahibi olmaya başlamıştır. Mesela Burjuva sınıfının güçlenmesi üzerine İngiliz Parlamentosunda zaten var olan Lordlar Kamarası’nın yanı sıra bir alt meclis olarak seçim ile oluşturulan Avam Kamarasında söz sahibi olmaya başlamışlardır. Her ne kadar bütün halkın seçilme şansı var olsa da özellikle ilk dönemlerde Avam Kamarası’nın büyük çoğunluğu zengin tüccarlardan oluşmaktaydı.
Kapitalizme giden yolda önemli bir adım olan Merkantilizmin en önemli iddiaları şu şekildedir:
- Devletlerin, şirketlerin ve bireylerin ekonomik gücü biriktirdikleri değerli madenler ile ölçülür. Merkantilizme göre bir ulusun refahı anaparanın miktarına bağlıdır. O dönem için paralar zaten değerli madenlerden basılmaktadır. Değerli madenler hem işletmeler hem bireyler hem de devletler için gücün temel ölçütüdür. Bu bakımdan para saf olma özelliğini korumalıdır. Maden ayarı konusunda, paranın bozulmuş haline karşı bozulmamış hali tercih edilir.
- Devletler olabildiğince çok ihracat yapmalıdır. İthalat mümkünse hiç yapılmamalıdır. Böylece hazinede altın (o dönem için para) birikmeye devam edecektir. O dönemde bile bu iddiaya şiddetle karşı çıkılmıştır. Her şeyden önce her ürün her ülkede doğal olarak bulunmaz. Bazı şeyler alınmak zorundadır. Üstelik bu anlayışı her ülke benimsediği takdirde kimse birbirinden bir şey almayacak dış ticaret durma noktasına gelecektir. Gerçekten de bu görüşün mutlak olarak işlemeyeceği daha sonraları anlaşılmıştır.
- Protestan Ahlakı da o dönem içerisinde (1600-1800’lü yıllar) Merkantilizmi desteklemiştir. “Biriktir ama harcama” şeklinde özetlenebilecek bir görüş Tanrı’nın emri olarak kabul edilmiş ve Protestanlar tarafından uyulmuştur. Lüks tüketim dinen yasak sayılmıştır.
Merkantilistler bir ülkenin nüfusunun artmasından yanadır. İnsan bolluğu rahatça emek bulmayı sağlamakta ve düşük ücrete yol açmakta ayrıca büyük ordulara sahip olmayı sağladığı için önemlidir. Kalabalık nüfus, işgücünü artırarak maliyetleri düşürecek bu da ihracatta avantaj sağlayacaktır. Merkantilizmin nüfus üzerine teorilerine bakarsak;
- Nüfus artışı teşvik edilmiş
- Çalışma zorunluluğu getirilmiş
- Çocuk emeğinden yararlanılmış
- Köle ticareti gibi yollara başvurulmuş
- Emekçileri çalışkan kılacak yollar düşünülmüştür.
Merkantilist düşünceye göre;
- Istırap çekmek tedavi edicidir.
- Fırsat verilirse emekçi tembel olur.
- Yüksek ücretler ayyaşlık ve cinsel zevklere düşkünlük gibi durumlara yol açar.
- Ücretlerin asgari düzeyin üzerine çıkması ahlaki bozulmalara yol açar.
- Yoksulluk emekçiyi çalışkan kılar ve daha iyi yaşamasını sağlar.
İşte burada şunu rahatça görüyoruz kapitalizmin müesses olarak başlangıcı sayabileceğimiz Merkantilist ekonomi anlayışı ile Protestan Hristiyan ahlakı birbirine yaklaşıyor.
- yüzyılın ortalarından itibaren, iş adamları ve tüccarların yanı sıra bazı düşünürler de iktisadî konularla ilgilenmeye başladılar. Bunun sonucunda, kişi hürriyetine daha fazla önem veren ve devletin müdahaleci sistemine karşı çıkan; dolayısıyla merkantilizme karşı gelen bir zümre ortaya çıkmış oldu.
Artık Merkantilist düşünceden uzaklaşmalar başlıyor. Tam serbest ticaret, külçecilikten uzaklaşma, kâğıt paranın tavsiye edilir olması, para, faiz, emek vb kavramlar üzerine derinlemesine analizler yapılmaya başlanıyor.
Ve “fizyokrasi” olarak adlandırılan iktisadî düşünce akımı ortaya çıkıyor. Bunlar ilk modern iktisadî düşünce okulu olarak kabul ediliyor.
Doğal düzeni ve doğa kanunlarını ön plana almışlar; olayların gidişata bırakılması gerektiğini söylüyorlar. İktisadi dengenin bir şekilde oluşacağını iddia ediyorlar. Bu düşünce akımının babası olarak John Locke gösterilmektedir. Dünyaca ünlü “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” (Laissez faire, laissez passe) söyleminin sahibi yine fizyokratlardır.
Artık liberal düşüncenin çağı başlıyor. Sahneye Adam Smith çıkıyor. 1723-1790
Kapitalizmin babası.
İskoç asıllı, ekonomist, ahlak filozofu, politik ekonominin öncüsü.
Dinine çok bağlı Hristiyan bir babası var. İngiltere’den İskoçya’ya döndüğünde deist olarak döndüğü söyleniyor. Felsefî olarak dîni ekonominin önünde olarak engel olarak gördüğü ve ateizm üzerinden düşündüğü iddia ediliyor.
Toplumda var olan doğal düzenin insan davranışları üzerindeki etkilerini incelemiş. Bireylerin bencil ve çıkarcı olduğunu kabul etmiş ancak, bu bencilliklerin doğurduğu toplumsal sonuçların olumlu olduğunu savunmuştur.
Bencilce bile olsa sadece zengin olmayı düşünen bir birey daha çok çalışır. Bu durum toplum için faydalıdır. Çünkü bu gayret teşebbüsü, iş yeri açmasını, bu da istihdamı artırır. Dolayısıyla zenginlikle birlikte toplumsal refah da sağlanır. Bu da iyi ve ahlaka uygun bir şeydir.
Adam Smith bu fikirlerini Ahlaki Duygular Kuramı isimli kitabında yayımlamıştır. Dolayısıyla çalışma gayretinin toplumsal sonuçlarının ahlaki bakımdan olumlu sonuçlar doğuracağı fikri üzerinden bir felsefe, zihniyet, bakış açısı ortaya koymuştur. Weber de Protestan ahlakı üzerinden benzer şeyler söylüyordu. Adam Smith, Weber’den daha önce geliyor.
Smith’e göre görünmez el, piyasayı doğal yoldan dengeye getirerek toplumsal refahı ve adaleti sağlamaktadır. Başka bir deyişle bireyin kişisel çıkarları, farkında olmadan toplumun çıkarlarına da hizmet etmiş olur.
Görünmez El – Örnek Olay
Mesai saatiniz doldu ve işten çıkıp eve doğru yorgun bir şekilde dönüyorsunuz. Yolda karşınıza çok güzel taze meyve satan bir satıcıya denk geliyorsunuz. Günün yorgunluğunu tatlı niyetine güzel bir meyve ile atmak istiyorsunuz. Bunu yapmanız tamamen kendi mutluluğunuz için. Meyveyi aldınız, tükettiniz ve tatmin oldunuz. Fakat siz bu işlemden memnun olurken aynı zamanda meyveyi satan satıcı, meyveyi üreten üreticiyi de memnun edersiniz. Yani kendi mutluluğumuzu düşünürken aslında diğerlerinin mutluluğuna da bir nevi katkımız olur.
Zenginlerin oburluğu fakirleri beslemeye yarar.
Bu durum Smith’e göre, kelimenin tam anlamıyla ilahi bir yardımdır, bu Tanrı’nın elidir. Ancak tabii ki içinde “Tanrı’nın eli” metaforu geçse de bu seküler bir söylemdir.
İslami anlayışa göre “Olanda hayır vardır” yaklaşımı görünmez el yaklaşımı ile benzerlik gösterebilir. Bu da seküler olmayan bir söylemdir.
Bu konuda şöyle aktarım da okudum.
Görünmez el kavramına ilk atıf 7. yüzyıl Arabistan’ında ortaya çıkar ki, İslam peygamberi Hz. Muhammed bir tüccar tarafından fiyatları yükselmiş malların fiyatlarını sabitlemesini istendiğinde, Hz. Muhammed “Fiyatları düşük ve yüksek yapan ancak Allah’tır” diye cevap verir, diğer Hadislerde ise “Fiyatları düzelten Allah’tır” denilir. Bu, serbest pazarın ilk uygulaması olarak yorumlanmış ve uygulanmıştır.
Adam Smith’e büyük şöhret getiren kitabı Ulusların Zenginliği isimli kitabı.
Adam Smith’e göre devletin piyasaya müdahale etmesine gerek yoktur.
Adam Smith tüm gücüyle devlet kısıtlamalarına saldırdı. Ekonominin işleyişine yapılan hükümet müdahalelerinin verimsizliğe ve yüksek fiyatlara sebep olduğunu savundu. Devletin ekonomi dışındaki konularla ilgilenmesi gerektiğini ve kamu hizmeti yapması gerektiğini savundu.
Adam Smith’i takip eden süreçte iktisadi konuları doğa kanunlarına benzer bir bilim yapma, kesin sonuçları öngörme çabaları ön plana çıkmaya başlıyor. Her ne kadar bu konuda çok cidddi zorluklar bulunsa bile bu çaba büyük bir kararlılıkla sürdürülüyor. Bu çalışmalar herhangi bir duygudan, dinden bağımsız, salt akılcı tercihlerde bulunmaya çalışan ekonomik insan modeli varsayılarak yapılıyor. Belki de bu ısrarın amacı ekonomik insan tipini inşa etmektir. Bireylerin giderek dindarlık düzeyinin azaldığı, her olaya kazanç esaslı baktıkları ve bakmaya devam edecekleri yönündeki gözlem burada etkili olmuş olabilir.
Şimdi tamamen maddeci açıklamalarla iktisadi konuları analiz etmeye çalışan Karl Marks’a sıra geldi.
KARL MARKS 1818-1883
Alman filozof, politik ekonomist, bilimsel sosyalizmin öncüsü
Diyalektik karşılıklı konuşma ve tartışma sanatı. Karşılıklı konuşmalarla kavramdan kavrama geçerek, çelişkileri ortadan kaldırarak, gerçeği arayıp bulma yöntemi. Yani tez ve anti tezlerle senteze ulaşılacak. Ulaşılan sentez ise artık yeni bir tezdir. Kendi anti tezi ile karşılaşmayı beklemelidir.
Diyalektik materyalizm ise materyalizmin felsefi öğretisi olup Karl Marks tarafından yorumlanmış biçimi. Marks’a göre fikir (idea) maddi dünyanın insan aklında yansımasıdır. Maddi dünya insanda düşünce biçimine dönüşür. Maddeyi önceleyen bir yaklaşımdır.
Tarihsel materyalizm: Tarihsel gelişmenin, tarihi olayların maddeci bir açıklamasını vermek için geliştirilmiş.
Friedrich Engels 1820-1895
Alman sosyalog, filozof, tarihçi, siyaset bilimci.
Babası büyük tekstil fabrikaları olan bir kapitalist. Bu sebeple işçi sınıfının o zamanlarda içinde yaşadığı zorlukları, hayat mücadelesini yakından görmüş.
Karl Marks ile birlikte Marksizm’in kurucusu.
Marks’a göre devlet; yönetici sınıf tarafından yönetilir. Bunlar ortak kamu çıkarı adına hareket eder gibi yapıp, gerçekte kendi çıkarları doğrultusunda çalışmaktadır.
Marks’ın ekonomi ve siyaset hakkındaki teorisi, sınıf savaşı kavramı üzerinden şekilleniyor. Üretimi kontrol eden yönetici sınıf ile üretim için gerekli emeği sağlayan, mülkü olmayan emekçi sınıf arasındaki çatışma üzerinden kurgulanmış bulunuyor. Burjuvazi(işveren) ile proletarya(işçi) arasında olan sınıf farkı bir gerilim doğuruyor ve bu gerilim çalışan sınıfın zaferi ile sonuçlanacaktır, diyor. Sonuçta sınıfsız toplum ortaya çıkacaktır, öngörüsünde bulunuyor. Yönetim ise özgürce bir araya gelmiş bireyler tarafından sürdürülecek diyor. Böylece işçilerin devrim yaparak, kapitalistleri kovduğu, devletsiz, sınıfsız, mülkiyetsiz bir toplum oluştuğunda komünizm gerçekleşmiş oluyor.
Marksist teori Sovyetler Birliği pratiği ile başarısız olmuş bir teori olmakla birlikte dar bir muhitin zihin dünyasında varlığını devam ettirmektedir. Vahşi kapitalist sisteme yani teze getirmiş olduğu tenkitler sebebiyle bir anti tez olsa da bir sentez doğmamıştır.
Son olarak şu değerlendirmeyi yapıyorum.
Genelde canlıların, özelde insan türünün maddi amacı varlıklarını sürdürmektir. Canlılık popülasyonu bunun yöntemi olarak üremeyi, çoğalmayı keşfetmiştir. Canlılar aleminin bireyleri ölüm gerçeği karşısında üreyerek çoğalmayı bir tür ölümsüzlük şeklinde çözümlemiştir. Arkada fail olan ister Tanrı ister doğa olsun türün üreme fonksiyonuna sahip olması ya da bu şekilde yaratılması toplumsal birliği zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla toplumun çıkarı, türün hayatta kalması esastır ve önceliklidir. Bugün adına sürdürülebilirlik denilen bir kavram üzerinde fikirler üretilmektedir. Yani hayatın imkanları sadece birey için değildir. Başka bireyler, başka türler ve gelecek nesiller de bu hayata ortaktır. Bunun yolu ise adil paylaşımdır. İhtiyaçtan fazla olana sahip olmak başkasının hakkına sahip olmaktır. Şunu anlamak lazım ki; tüm dünyada insanların her bir ferdi için ihtiyaçlarını giderecek yeterli kaynak vardır. Temel problem bu paylaşımı tayin ve tespit edecek yürürlüğe sokulacak olan tatbikattır. İnsanlık tarihsel süreç içerisinde aile kavramı içerisinde paylaşmayı yani bireysel fedakarlığı öğrenmiş idi. Daha sonra millet kavramı etrafında toplanarak büyük aile oluşturulabildi ise milletler bir araya gelip ekonomik ve siyasi birlikleri oluşturdu ise insanlık ailesi kavramı etrafında buluşmak şart olmuştur. Tüm insanlığın, diğer tüm canlılar dünyası ile birlikte bir ve bütün olduğu fikri işlenmeli, hatta buna çevrecilik kavramı üzerinden cansız zannedilen maddi dünya dahil edilmelidir. Cansız zannedilen diyorum, çünkü canlılık o cansız varsayılan varlıktan kaynağını alıyor. Atmosfere, oksijene, suya, toprağa, güneş ışığına, minarallere ihtiyacımız var. Onlar potansiyel candır. Herkesin ve her şeyin hakkı teslim edilmelidir. İktisada bu zihniyetten, bu bakış açısından, bu perspektiften bakmak en akılcı, en rasyonel bakış açısıdır. Denge hali budur. Denge hali budur. Bunun dışındaki bakış açılarının adı rasyonel bile olsa içeriği bencilliktir. Bu bağlamda adına vahdeti vücut denen bütün varlığı bir ve kendi özü bilen hayat kavrayışının en azından ideal olarak yaşaması kurtuluşun anahtarıdır.
|