Bir adam düşünelim Kariyer sahibi ve bilime yabancı değil bu kişi dini reddetmiyor fakat kendine özgü bir din anlayışı geliştirmiş “İslam akıl dinidir.” diyor, aklına uyanı kabul ediyor, uymayanı reddediyor. İşte burada Mütezile fırkasının tuzağına düşüyor, çünkü İslam vahiy dinidir, vahye dayanır… Evet, çünkü Kur’an ne söylemişse akla uygundur, fakat akıl kendi başına ona yetişemez, vahyin aydınlatıcı nuruna muhtaçtır…”İslam akıl dinidir ile yola çıkılır ise varacağı yer İslam değil kendine uygun bir inanış olur; Çünkü akıl yok, akıllar vardır… Her akıl da başka şeyler bulabilir ve bulduğunu da din kabul eder. Akıl bizi Vahyin gerçeğine götürmeye yarayan bir Lütfi ilahiden bahşedilen alettir. İslam için akıl o kadar önemlidir ki, akıldan yoksun olanlar sorumlu tutulmamaktadır.
AKIL MI, NAKİL MI TERCİH EDİLMELİDİR.
En eski tartışmalardan biridir bu, akıl ile nakil (yani Kuran ayeti veya bir sahih hadis) tearuz ettiğinde (çeliştiğinde) ne yapmak lazım.
Akıl ile eldeki ayet veya sahih bir hadis çelişirse -varsayalım- bu durumda nasıl bir metot takip edilmelidir. Akıl mı, nakil mı tercih edilmelidir.
Akıl esas alınıp; nakil yorumlanmalı mı, yoksa nakil olduğu gibi mi bırakılmaktadır. Buna hadis ilminde ‘tevakkuf’ etme denilir. Yani, durağanlığa teslim etmek. Hadisi bir an için işlevsiz bırakma. Kabul veya ret değil, sabit durma.
Aklı tek otorite bilenler -örneğin, mutezili anlayış- rasyonelliği pragmatist bir dürtüyle -vahye karşı bağımsız bir noktada tutmak isterler.
Bunda etkin olan şey; daha önceki kurgularına Kuran ayetlerini uygulatarak savlarını etkili kılmaktır.
Geleneksel bakış açısına bağlı ehl-i sünnet alimleri ise ‘külli aklın’ (vahyin veya vahyin kaynağının) “nisbi, cüz’i” (insana ait) akla hâkim olması gerektiğini ve ancak vahiyle dizayn edilmiş, terbiye görmüş, ayıklanmış, kritize edilmiş aklın doğru yolu bulabileceğine karar vermişlerdir.
Kuran-ı Kerim’deki ‘akletmek, tefekkür etmek, aklı çalıştırmak’ gibi aklı referans gösteren bütün çağrılara muhatap olan ‘akıl’, işte vahyin edebinden geçen bu akıldır. Çünkü Kuran-ı Kerim akletmeye çağırırken vahye boyun eğecek bir akla hitap etmektedir. İnkârcı aklı da bu akla çağırmaktadır.
Akıl ve naklin çelişmesi halinde naklin yorumlanması mümkün ise yorumlanması (te’vili); mümkün değilse eğer bu nakil hadis ise tevakkuf (durağanlaştırma, işletmeme) edilmesi, Kuran ayeti ise aynen kabul edilmesi bu düşünce ekolünün tercihidir. Doğru olan da budur.
Akılsız din olmaz. Aklın işlevsiz kılındığı din olmaz elbette. Aklı olmayanın dini sorumluluğu bile yoktur. Ama bahis konusu olan akıl; sıradan herhangi bir insanın aklı ise ve bu tek otoritede kabul edilirse; dünyadaki insan sayısınca ‘akıl dini’ oluşur. Her aklın kutsalı, diğer akıllara dayatılan bir kutsala dönüşür. Bu doğru bir yol olsaydı, o zaman ne peygambere ne vahye ve ne de ilahi yönlendirmeye gerek kalmazdı.
Allah herkesin dini aklıdır derdi ve işi çözerdi. ‘Ümmetim yetmiş üç (73) fırkaya (gruba) ayrılacak. Hepsi ateştir. Sadece birisi hariç’ diyen Hz. Peygamber’in (s.a.v.) işaret ettiği ve ‘fırka-i naciye’ (kurtulmuş fırka) denilen grubun özelliği şudur: Onlar Kuran-ı Kerim ve sahih hadisleri, hayatın asli dinamiği kabul ederken vahyin süzgecinden geçen ‘salim aklı’ vahyi kavramada en önemli kilit taşı sayarlar. Yoksa aklını din kabul eden, vahyi aklına uyduran hasta anlayış tam bir inkâr ve kaos anaforuna iter bizleri.
Bu arada, Kuran-ı Kerim ayetleri ile mütevatir bile olsa sahih hadisi, aynı kategoride tutmak doğru değildir. En azından subutu -bize geliş yöntemi- itibarıyla farklıdır.
Kuran-ı Kerim ayetlerinin bir kısmını ‘tarihsel’ kabul edip bu ayetleri işlevsiz kılmaya çalışan ‘oryantalist ve saptırıcı’ anlayışın sürekli akla karşı vahyi etkisizleştirmeye çalıştığını da görebiliyoruz. Bu hasta bakış açısını bertaraf etmek Kuran-ı Kerim ayetlerini doğru anlayıp gündemde tutmak ve sahih hadisleri toplumda etkin kılmakla mümkündür.
İslam akıl dini değildir, daha net bir anlatımla İslam’ın akıl ile ilişkisini en iyi ifade eden cümle ”İslam aklın kullanılmasından yana olan bir dindir” veya benzeri bir şekilde olmalıdır.
İman ettiğini söyleyen bir Müslümanın ahlaki, Mali ve sosyal sorumlulukları vardır. Mülkünü, servetini, birikimini, bilgisini ihtiyaç sahipleri ile paylaşmayı emrettiğin de; Eğer o kişi İslam’i inanca göre tamam fakat sosyal sorumluluk olarak akla uygundur ama ben yardım etmeyeceğim der ise aklını kullanmış ve nefsini/menfaatini dinine tercih etmiş olur.
Buyurunuz Bir de İmam-ı Azam Hazretlerinin vasıtasıyla Dinin aklına şahit olalım..
“İmam-ı Âzam Hazretlerine bir ateist, bir mutezile, bir de cebriyeci üç kimse gelir. Ateist sorar:
“Allah varsa, var olan görülür. Varsa ispat et.”
Akılcı olan mutezile sorar:
“Cehennemde ateş var. Şeytan ateşten yaratılmıştır. Şeytana ceza vermek mümkün mü?”
Cebriyeci de sorar:
“Sen ise irade-i cüziyye var diyorsun. Her şeyin hâlıkı Allah iken insan ne yapabilir ki?”
İmam-ı Âzam Hazretleri, yerden 3 avuç nemli toprağı top gibi yapıp, her topu birine atar.
Üçü de, durumu kadıya şikâyet eder. Kadı niye çamur topu attığını sorar.
İmam-ı Âzam Hazretleri der ki:
Bunlar bana soru sordu ben de cevap verdim. Ateist, “Allah varsa, var olan şeyin görünmesi gerekir” demişti. Toprak başımı acıttı dedi, madem ağrı var, ağrıyı göstermesi lazımdır. Ağrıyı bile göremeyen Allah’ı nasıl görebilir ki? Ateist akılsızdır, aklı varsa göstermesi gerekir. Ruh da akıl gibi görünmez, ama yaptıklarından anlaşılır. Kâinatın var olması da onun bir yaratıcısının olmasını gerektiğini gösterir.
Mutezile olan ise, topraktan yaratılmış olduğu halde, çamur toptan etkilendi. Toprak topraktan etkilendiğine göre ateş de ateşten etkilenir. Demir testeresi demiri kestiği gibi, ateş de ateşi yakar.
Cebriyeci ise, “Allah her işi zorla yaptırır” diyordu. O zaman o toprağı Allah attı, bu beni niye şikâyet ediyor? Kendi kendini yalanlamış oluyor.”