Kadim bir şehirde doğdum, yaşadım. Gezip gördüğüm şehirler de kadim şehirlerdi. Hepsi eski şehirlerdi ama her birinin bir şekli, farklı bir rengi, farklı bir kokusu, farklı bir havası, farklı bir dili(şive/ağız) vardı. İnsanlar birbirini benzerliğinden değil, farlılığından tanıyordu.
Zira eşyanın tabiatında da bu vardı; “benzer olanlar ayırt edilemezler.” Örneğin ikizler ve zenciler birbirine benzediği için kolay seçilemezler. Tanrı insanı ve dünyayı farklı renklerde yaratmıştır ki bu renk cümbüşü içinde bir hareket, bir bereket, bir canlılık olsun…
Eskiden insanlarımız birbirini şivesinden tanırdı. Şehirler farklı yapıları ve özellikleriyle birbirinden ayrılırdı. Bir şehirden başka bir şehire gittiğinde değişiklik yaşardınız. Hayatınız tek düze olmazdı…
80’lerle birlikte Turgut Özal bizi Batının pazarını haline getirdiğinde telekomünikasyon ve modern sözcüğü daha çok işitilir oldu ve “modern şehirler” den bahsedildi. Daha bir apartmanlaşmaya gidildi. Apartmanda oturmak modern yaşamakla özdeşleşti.
90’larda binlerce yıllık “şehir” sözcüğünün yerini “kent” sözcüğü aldı. Ardından göçle birlikte kenardan gelenlerle bir arada yaşamak istemeyenler “site”ler icat ederek kent içinde kent inşa ettiler.
Binlerce yıllık şehirleri kentler dönüştüren bu zihniyetin becerdiği en iyi şey; kadim şehirleri yıkıp yerine apartmanlar, gökdelenler dikerek birbirine benzetmek!
2000’li yıllarda ise “Marka Şehirler” icat ettiler. Bununla güya giderek birbirine benzeyen şehirlerin elde kalan farklı özelliklerini öne çıkararak markalaştırmak…
Dikkat ederseniz “Marka Kentler” değil de “Marka Şehirler” diyorlar. Zira kendileri de biliyor ki “kent”lerin öne çıkarılacak farklı bir özelliği yok, ama “şehir”lerin var.
Aslında “Marka” Almanca ticari bir sözcük. Kapitalist dünyanın can simidi bir kavram. Alınıp satılan ürünler için kullanıldığı gibi ünlü ve şöhretli kişiler içinde kullanılıyor.
Rahmetli Demirel’e falan kadın sanatçı marka olduğunu söylediklerinde “doğrudur alınıp satılıyor” diye karşılık vermişti.
Şehirleri markalaştıran zihniyet medeniyet prespektifinden bakmıyor şehre, ticari bakıyor. Daha doğrusu onun gözünde şehir ile fahişe arasında fark yok! Her ikisi de ticari bir metadır…
Bazı kadim şehirlerin çok bilmiş belediye başkanları Marka Şehir belgeselleri dahi yaptılar. Karşı yazılar yazdım diye diş bilediler, küstüler… İlginç olan o dönemde eli kalem tutan aydın geçinen yazar ve bürokratlar dahi beni bu tavrımdan dolayı eleştirmişlerdi….
Bakıyorum da şimdi ise “Akıllı Kentler” diye bir kavram icat etmişler. Akıllı Kentler’in neler getirip götüreceğini göreceğiz. Kadim şehirleri ruhlarından kopardıkları için hiç bir zaman bu kentsel arayışlar durmayacak.
Hep yeni sözcükler icat edecekler ama hiç bir zaman kadim şehirler kuramayacaklar! Çünkü bir medeniyet anlayışından yoksunlar! Bugün yaptıkları tek şey şehirleri birbirine benzetmekten başka bir şey değil.
Aynı projeleri istanbul’dan Hakkari’ye kadar birebir uyguluyorlar. İstanbul’daki bir cami projesi Ankara, Urfa, Diyarbakır’da aynen uygulanıyor. AVM’ler aynı mimar ve mühendisin elinden çıkmış. Ankara’ya göre çizilen mimari proje Antep’e pazarlanıyor…
Trabzon ile Urfa’yı, Edirne ile Kars’ı birbirine benzetmeye çalışıyorlar. Bütün bunların sonucunda ne mi oluyor? Ona da ben bir ad bulayım: “KOPYA ŞEHİRLER”
Mehmet KURTOĞLU