“Karanlıkları devirmek ve aydınlık bir çağın kapılarını açmak için en mükemmel silah: Kalem. ”
Fikirleriyle, eserleriyle düşünce ve gönül dünyamızda çığır açan, ölümünden sonra da bir çok kişinin hayatına dokunan Cemil Meriç’in aramızdan ayrılmasının üzerinden 30 yıl geçti.
Hüseyin Cemil Meriç, Türk yazar, çevirmen ve düşünür. Başta dil, tarih, edebiyat, felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış bir düşünce adamıdır. Cemil Meriç, 12 Aralık 1916 tarihinde, Reyhanlı, Hatay’da dünyaya geldi. Balkan Savaşları sırasında Dimetoka’dan göçmüş bir ailenin çocuğu idi. Babası, Dimetoka’da hakimlik yapan Mahmut Niyazi Bey, annesi Zeynep Ziynet Hanım’dır. Babası Mahmut Niyazi Bey Antakya’da Ziraat Bankası Müdürlüğü ve mahkeme reisliği yapmıştır.
Cemil Meriç 3. sınıftan itibaren Fransızca eğitim veren bir okul olan Antakya Sultanisi’nde öğrenim görmüştür. Kişiliğinin oluşmasında, düşünce yaşamının gelişmesinde öğretmenlerinin payı ve etkisi oldukça yüksektir.
Meriç okumaya çok düşkündür ve kitaplar onun yalnızlığını dindirdiği, kendisini bulduğu bir alan olmuştur. Çocukluğu ve gençliği boyunca Meriç kütüphanelerden hiç çıkmaz. Kitaplar onun çocukluk arkadaşlarıdır. Kompozisyon yazmayı çok sever ve okulda bu derslerde hep birincidir. Ancak iyi görmeyen, yüksek derecede miyop gözleri nedeniyle cebir dersinden ikmale kalır. İlk ve orta dereceli öğrenimine devam ederken ,11.sınıftan sonra yazmış olduğu aşırı milliyetçi fikirlerinden dolayı öğretmenleri ile arası açıldığından zorunlu olarak Hatay’dan ayrılmak zorunda kalır.
12.sınıfı İstanbul’da bulunan Pertevniyal Lisesi’nde okuyan Meriç, bu sırada Nazım Hikmet ve Kerim Sadi başta olmak üzere dönemin solcu aydınlarıyla tanıştı. O yıllarda sosyalizme ilgi duyar ve sosyalist olur. Kumkapı ve Kadırga talebe yurtlarında kalır. Bu dönemde kendi imzasını kullanmadan Stalin’in “Pratik ve Teori” adlı kitabını tercüme eder..
Lise eğitiminden sonra 1937 yılında İskenderun’a döner ve bir köyde ilkokul öğretmenliği yapar. Türk Hava Kurumu’nda sekreterlik, belediye’de kâtiplik gibi geçici görevlerde de bulunur.
Yine bu yıllarda Hatay hükümetini devirmek suçundan idam talebiyle yargılanır. Dergi ve kitaplarına el konulur. Mahkemeye çıktığında Marksist olduğunu haykırır ancak suçsuz olduğu ortaya çıkınca beraat eder.
Daha sonra tekrar İstanbul’a gider ve İstanbul Üniversitesi’nde Fransızca çevirmenliği ve okutmanlığı yapar. 1941 yılında İnsan dergisinde Balzac’la ilgili ilk makalesi yayınlanır. Staj için Fransa’ya gönderilecekken 2. Dünya Savaşı nedeniyle gidemez. Zorunlu görev için Elazığ’da bulunması gerekir. Gitmeden önce Fevziye Menteşoğlu ile tanışır ve evlenir. Eşi tarih ve coğrafya öğretmenidir. Elazığ’da boş bir kadro olmasına rağmen öğrenmen olarak atanmaz. Tayini çıkmadığı gibi genç çift burada iki çocuklarını da doğmadan kaybetmişlerdir. Eşinin ancak İstanbul’da sağlıklı doğum yapabileceği anlaşıldığından yeniden İstanbul’dadır.
Meriç’e bakanlıkça izin çıkmaz geç kaldığı içinse geçici öğretmenliğe atanır ve istifa eder. 1945’te oğlu Mahmut Ali Meriç dünyaya gelir. 21 ay sonra da kızı Ümit Meriç doğmuştur.
Aile bu yıllarda geçim sıkıntısı çeker. Meriç geçimini büyük ölçüde Balzac çevirilerinden ve çeşitli çevirilerden sağlar. Meriç 38 yaşında gözlerini tamamen kaybeder. İstanbul’da, daha sonra da Fransa’da tedavi görür. Fakat tedavilerden olumlu bir netice alınmaz. Bu onun için bir yıkım olmuştur. Okumayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi bu kadar çok seven bir insan için görememek ve okuyamamak çok acı veren bir durumdur.
Cemil Meriç’i etkileyen ve düşünce evriminde önceleri Avrupa’ya ve Batı fikir dünyasına yönelmiş olan Meriç, Batı’nın karşısına Doğu’yu ve Asya’yı çıkarmıştır. Hindistan ve Hint kültürü Meriç için Asya’nın keşfi olmuştur.
Meriç sağ ve sol adı altındaki kutuplaşmaya karşıdır. Gençlik dönemindeki sosyalist eğilimlerini saymazsak, kendisini sağ ya da sol olarak görmez. Onun için önemli olan dış güçlere karşı tek bir beden olmaktır.
Telaş etmeden, öfkelenmeden, kışkırtmadan yazma taraftarıdır. Yazmanın önemine inanır ve “Yazıyla kazanılmayacak savaş yoktur” der.
Ona göre “düşünce adamı hiçbir zümreye bağlı olmamalı, talimat almamalıdır ve vatandaş olarak vazifeleri vardır. Gerçek bir fikir adamı kalabalığa doğruyu göstermeli, yalanların maskesini yırtmalı, yeri geldiğinde savaşmayı kabul etmelidir” der.
Avrupalılaşmak, çağdaşlaşmak ya da yabancılaşmayı birbirinden ayrı görmeyen Cemil Meriç şu tespitleri paylaşır okurlarıyla:
“Batılılaşma miti eskiyince yeni bir yalan çıktı sahneye… Daha doğrusu aynı nazenin taze bir makyajla arz-ı endam etti. Filhakika intelijansiyamızın (aydınlar takımı) şerefine şampanya şişeleri patlattığı bu sözde bakire Tanzimat’tan beri tanıdığımız Batılılaşmanın ta kendisi. Çağdaşlaşmak, karanlık, kaypak, rezil bir kavram. Rezil, çünkü tehlikesiz, masum, tarafsız bir görünüşü var. Çağdaşlaşmak elbette ki Avrupalılaşmaktır. Avrupalılaşmak yani yok olmak. Avrupa bizi çağdaş ilan etti. Zira apayrı bir medeniyetin çocuklarıyız, düşman bir medeniyetin, bambaşka bir ölçüleri olan, çok daha eski, çok daha asil, çok daha insanca bir medeniyetin.”
Doğu Batı çatışmasını düşüncesinin ana omurgasına yerleştiren, oryantalizmi sömürgeciliğin keşif kolu olarak gören Meriç, “Osmanlı irfandır, Avrupa kültürdür” değerlendirmesiyle “Kültürden İrfana” adlı eserinde şu önerilerde bulunur:
“Hadis-i şerif, kendini tanıyan Rabbini de tanır buyuruyor. Önce kendilerini tanımalılar; kendilerini yani ikbal ve idbarlarıyle tarihlerinin bütününü, kendi dillerini, kendi dinlerini, kendi irfanlarını. Sonra insanlığın tarihine eğilmek, Asya ve Avrupa’nın her düşüncesini hiçbir
peşin hükme saplanmadan incelemek.
Bu çetin yolculukta iki çetin yardımcıya ihtiyaç var:
1) Milli irfan hazinelerini taramaya yetecek zengin ve köklü bir Türkçe (İslâm harflerini öğrenmeden böyle bir fethe çıkılabileceğini sanmıyorum)
2) Bir Batı dili, Avrupa’yı, imtiyazlı birkaç züppenin vesayetine ihtiyaç duymadan bizzat tetkik etmek için bir batı dilini bilmekten başka çare yoktur. Sonra “ikra” emr-i celiline uymak..”
Meriç’in eserleri
Cemil Meriç, deneme, inceleme dalında “Balzac”, “Hind Edebiyatı”, “Saint Simon / İlk Sosyolog – İlk Sosyalist, Dillerin Yapısı ve Gelişmesi”, “Sosyalizm ve Sosyoloji Tarihinde Pierre Joseph Proudhon: 1809-1865”, “İdeoloji”, “Bu Ülke”, “Umrandan Uygarlığa”, “Hind ve Batı”, “Bir Dünyanın Eşiğinde”, “Mağaradakiler”, “Kırk Ambar”, “Bir Facianın Hikayesi”, “Işık Doğudan Gelir”, “Kültürden İrfana”, “Jurnal I-II”, “Sosyoloji Notları ve Konferanslar” eserlerini bizlere bıraktı.
19/02/ 2017