Tespit etmemiz gereken öncelikli bir husus var: yeryüzünde adeta farklı toplumlar arasındaki bir mutabakatla, sürekli kurgulanan ve bu kurgunun yaşamasını sağlayan kampanyaların yarattığı “Türk düşmanlığı”.
Öncelikle Türk’e dair yaratılmış “barbar, vahşi, merhametsiz, yağma ve öldürmekten başka bir şey bilmeyen savaş sürüleri” izlenimi, niçin ısrarla korunmaya çalışılır? Türk kimliğinin gerçek niteliğine dair, aşağıda müstakil bir bölüm açacağımızdan şimdilik burada elbette tamamen yanlış olan bu hükmün, haksızlığına dair konuşmaktan ziyade, Slavlar, Çinliler, Araplar ve Avrupa toplulukları nezdinde ki ortak izlenimin bu topluluklardan kaynaklanan sebepleri üzerinde bir miktar durmak gerek.
Türk’e dönük husumet taşıyan toplumlardaki bu düşmanlığın diri tutulmasından çıkarı olanlara bir bakmak gerek. Ya da şöyle söyleyelim; Türk varlığı husumet besleyen topluluklarda kimlerin pozisyonunu tehlikeye atmaktadır ki, toplumlarda yaratılan genel husumette, varlıklarının devam teminatını bulabilmektedirler. Soru bu şekilde konduğunda, ilgili toplumlardaki hüküm sahiplerinin pozisyonları ilk olarak incelenmeli.
İleride anlatacağımız üzere, Türk toplumunda tarım toplumlarındaki sınıflı yapı modeli geçersizdir. Dolayısıyla ne ruhban, ne de aristokrat bir zümre vardır. Hal böyle olunca ruhban ve aristokrat hâkimiyetindeki coğrafyaların efendileri, Türk toplumsal sistemini kendi varlıklarını tehdit eden, ebedî zulümlerini durduracak bir tehlike olarak görmektedirler. Aslında tarihî uygulama bakımından Türk hâkimiyet coğrafyalarında, farklı inanç ve kültürlere tanınan muhtariyet nitelikli özgürlükler bilinmiyor değildir. Ancak Türk hâkimiyetine giren sınıflı toplum tiplerinde, üst sınıfların alt sınıfları esir almasına izin verilmemektedir. Çünkü halk, esas itibariyle devletin tebasıdır ve zulme karşı korunmaları Töre’nin temel ilkelerindendir. Dolayısıyla kendi hükmü altındaki yabancı kültür guruplarına tanınan muhtariyet, zulme devam ve köleleştirme özgürlüğü anlamına gelmemektedir. Yani üst sınıflar için zayıf kitleler üzerinde kurulmuş sınıf despotizmini koruma adına Türk’ü düşman ilan etmek ve bu düşmanlığı cahil kitlelere benimsetmek, varlıklarının devamını güvence altına alacaktır. Bu konuda ruhban ile aristokrasi tam bir görüş birliği taşımışlardır. Düşmanlığı meydana getirmek için Türk’ün gerçek niteliklerini öne çıkarmak elbette söz konusu olamazdı. Ya atlı toplum olmanın yarattığı farklılıkları çarpık yorumlayarak veya inanç farklarını Türk cihan devleti ülküsünü, Alplik, gaza ve cihat kavramlarını tepetaklak ederek bir Türk imajı kurgulamak, genellikle izlenen yöntem olmuştur. Keza gelenek, görenek hatta domuz yememek gibi beslenme farklılıkları dahi bir ebedî düşman inşası için yararlı malzemeler şeklinde karşımıza çıkıyor. Aristokrasinin pozisyonu, ruhbana göre daha trajiktir. Çünkü Töre yönetimi asaleti reddeden ve ehliyete önem veren, hizmeti gaye edinecek insanlara asla sınıf farkı gözetmeden görev(mevki!) tevdi etmektedir.
Hal böyle olunca, kitlelerin sürekli Türk korkusuyla, tehlike çanlarıyla yaşadığı panik hali devam ederken, onların Türk’e sükûnetle bakıp, akl-ı selim çizgisinde değerlere ulaşmaları beklenemezdi. Türk’ü tanıma konusunda inşa edilen bu “husumet duvarı”nı aşmadan olumlu bir noktaya erişmek güçtür. “Olumlu nokta” demek husumet toplumlarındaki zulüm çarkının ortadan kalkması demektir.
Alt sınıflardaki köle psikolojisinin yarattığı hilekâr ve kıskanç karakter yapısının, kendi mahrumiyetlerine benzemeyen ehliyet, liyakat, emek ve adalet kavramlarının belirlediği toplumsal ve bireysel karakterleri hazmedememesi, Türkçe tabiriyle söylersek “günülemeleri”, kıskanmaları, yani “özlerine küni değmesi” de husumetin devamında rol oynayan önemli faktörlerden biri olarak dikkate değer.
Burada Arap dünyasında önümüze çıkan Türk düşmanlığı konusuna da bir iki cümleyle değinelim. Hıristiyan dünyada yaratılan düşmanlıkta yalnızca din farkı rol oynuyor zannedenler için Arap dünyasındaki husumeti açıklamak, ilk anda güç görünür. Ama Araplardaki Türk husumeti tarihî bir gerçektir. Annesi Türk olan Abbâsi halifeleri Me’mun ve Mu’tasım’ın Samarrâ’da kurdukları özel Türk ordusu uygulamasındaki sempati, tarihte devamlılık arz eden bir yapı değil ne yazık ki. Bize göre Arap dünyasındaki husumetin özünde de Hıristiyan dünyadaki öfke ve nefret sebepleri vardır. İlk Müslüman Türk guruplarını “mevâlî-acem-kölemen-memlûk” gibi, onları köle hatta mal addeden kelimelerle adlandırmaları, köleci Arap toplumu geleneğinin doğal bir uzantısıydı. Evet, Araplar sınıflı ve köleci bir toplumdu. İslâmiyet bu Arap toplumsal geleneğini ilkesel olarak zayıflatma eğilimi taşımakla beraber, onu ret ve inkâr etmemiş; hatta Hz. Peygamber ve ilk dört halife seviyesinden meşrulaştırmıştır. Bu toplumsal eğilim sonuna kadar devam etmiştir. Ne yazık ki köleliği kaldırma şerefi İslâm dünyasına ait değil!.. Dolayısıyla tarih, Arap Eş’arî Müslümanlıkta inşa edilmiş olan “ulemâ”nın bir yarı ruhbana dönüştürülmesi, Arap asilzadeleriyle ulemanın Türk yönetim geleneği ve Mâturîdî Müslümanlığı karşısında bir nefs-i müdafaa psikolojisi yaşadıklarını, Haçlı seferlerinde en kuvvetli örnekleri ortaya çıkan olaylarla bize aktarıyor. Müslüman Arap-Haçlı işbirliğinin birçok mide bulandıran örneğini o devri anlatan herhangi bir tarih kitabında bulabilirsiniz. “Ehl-i sünnet ve’l-cemaat”, aynı ümmetten olmak, Müslüman bir başka toplumla dayanışmak gibi değerler üzerine Türkler’den başka Araplar arasında da kaygılar taşıyan istisnalar yoktu demiyoruz. Ama tarih aynasına cesaretle bakmak gerek.
***
Türklüğe dair, Türk kültürünün yaratıcı dinamikleri hakkında asıl değerlendirmeyi ileriye tehir ederek, özgürlük kavramına geri dönmeye çalışalım. Dedik ki, alt sınıfların baş kaldırısı, diğer sınıflı tarım toplumları böyle bir ihtiyaç duymazken niçin Katolik dünyada ortaya çıkıyor? Bize göre bunun bir takım sebepleri var. Bütün sebepleri tek tek belirtip analizine girme iddiası taşımadan birkaç sebebe değinmeye çalışalım.
Katolik dünya Roma bakiyesi bir dünyadır. Özellikle Batı Roma bakiyesi. M.S. IV. Yüzyıldan itibaren Hıristiyanlığı kabullenebilen Roma V. Yüzyıl ortalarında çöktü. Roma pagan bir inanç sistemine bağlıyken, çok tanrılı inanışlarını koruma adına Hıristiyanlıkla takriben üç yüz yıl mücadele etti. Esasen Hıristiyanlık orijini bakımından sınıf farklarını reddedip, mazlumun yanında yer alan Tevhitçi bir dindi. Çeşitli araştırmalarla gün yüzüne çıkan apokrif İncillerde Hazret-i İsa’nın hiç de tanrılık iddiasına düşmeden öğretisini aktardığı görülüyor. Ama siyasetin tahakkümü altında kurumlaşan Papalık, önceleri Roma’nın karşısında direnebilmenin bir çaresi olarak zahit ve mistik din adamı tipi üzerinden örgütlendi. Dinî otoritenin merkezî karakterli bir örgüt tarafından temsil edilmesi Sezarların bu dini kontrol edebilmesinin bir imkânı olarak fark edilince, din meşrulaşırken, ruhban da meşrulaştı. Roma imparatorları, kilisenin alt sınıfların itaatini sağlama bakımından stratejik bir ortak değeri taşıdığını gördüler. Sayısız kanun kaçağı, kaçak köleler, isyankârlar ve bütün alt sınıf Hıristiyanlıkta sığınılacak bir liman buldu. Sezarlar kilise hudutlarını ruhbana emanet ettiler. Siyasete karışmama sözü veren ruhban, devlet nezdinde meşrulaşabilmesinin bir bedeli olarak devletin sırtındaki bir yük gibi duran saydığımız gurupları kilisenin içinde etkisiz hale getirip sonra da onları kullandılar.
Roma yıkılıncaya kadar iki yüz yıl civarında bir sürede kilise Roma coğrafyasında yaygınlaştı, kurumlaştı. Bu süre zarfında verdiği söze sadık kaldığı görülüyor. “Sezar’ın hakkı Sezar’a, Tanrı’nın hakkı Tanrı’ya” cümlesiyle formüle edilen bir devlet-kilise ilişkisi işbirliği gözleniyor.
M.S. V. yüzyıl kavimler göçü denilen bir sosyal afet yüzyılıdır. Roma’nın çöküşü sadece siyasî dokunun ve siyasî merkezin ortadan kalkması değildi. Avrupa nüfus yapısının da alt üst olmasıydı. Vatikan’ın bu yeni kitlelere nüfuzu, onları yerleşik bir düzene kavuşturması kolay bir süreç sayılamaz. Ama tarım ekonomisi dışında daha verimli bir ekonomik faaliyet türü olmayan Avrupa’da, yeni gelenler de asıl yağmacı asalak kültür geçmişlerini bırakarak toprağa bağlandılar. Soğuk bölgelerden gelirken eski geleneklerinden bir takım unsurları da Hıristiyanlığa mal ettiklerini görüyoruz.
Türkler geliyor…
Hıristiyan dünyası özellikle Katoliklerin Türklerle ilgili pozisyonları şu noktada iki kısımda ele alınabilir;
1- İslâm öncesi Türk gruplarıyla karşılaşmaları ve bunun sonuçları.
2- Müslüman Türklükle karşılaşmaları.
İslâmiyet’ten evvelki temaslarda eğer Göktürk ve Uygur tecrübelerini ihmal ederek bakarsak (Göktürk ve Uygurlarla temas daha ziyade Ortodoks Bizans temsilcileriyle diplomatik ilişki niteliğinde olduğundan onları istisna tutabiliriz.) sosyal ve dinî alanda sonuçları olan en etkili temas, Batı Hun Devleti ve sonrakiler ile gerçekleşenlerdir. Bu temaslarda karşı karşıya gelişler, askerî ve sosyal temaslar Hıristiyan Katolik dünyada pek de olumsuz yankılanmıştır, diyemeyiz. Atilla’nın Roma’yı tarihten silişi, kendi varlığını kalıcılaştırmak sonucunu vermediği gibi, Papalığın kudretini Avrupa çapında etkili ve kalıcı hale getirmişti. Roma’nın ezici siyasî otoritesi yanında “Sezar’ın hakkını Sezar’a vermek şartıyla” meşrulaşabilmiş olan Saint Paul Kilisesi, Atilla’nın Roma’yı bertaraf etmesiyle derin bir nefes almış, yer yer, zaman zaman Avrupa siyâsî otoritelerini eşiğine bağlamayı becermiştir. Sonraki aşamalarda Avar, Macar ve Bulgar Türk Hanlıkları ise Hıristiyanlaştırılarak etkisiz kılınmıştır. Bu ilk temaslar sırasında, Türklerle Papalığın iş birliği yaptığını iddia etmiyoruz. Bilakis, hatta Atilla’nın Roma’ya girmesini önleyen devrin Papası II. Leo idi(M.S.452). Mağlup olan Roma idi ve Papa mağluplar safındaydı ama Atilla’nın öldürülmesinden sonra dağılan Hunlar’ın korkulacak bir tarafı kalmamıştı ve kilise Avrupa’nın en önemli otoritesi olarak öne çıktı. Bu meyanda büyük Roma imparatorluk otoritesinin sahneden çekilmesiyle “malikâne sistemi” de denilen Avrupa’yı saran küçük feodaller de varlıklarını Türkler’e borçludur desek yanlış olmaz. Adına Ortaçağ feodalitesi denilen bu siyasî yapı, esasen gevşek bir Katolik imparatorluğu idi. V.-VI.-VII. Yüzyıllar Avrupa’nın kuzeyden gelen barbarlar(Alman, İngiliz, Fransız, hatta Lehlerin ataları olan Ostrogotlar, Vizigotlar, Franklar, Ulahlar, Angıllar ve Saksonlar, Cermenler) ile mücadele ve hazım dönemi olarak görülüyor. Bu Sibirya halkları Türk korkusuyla Avrupa’ya doğru uzandılar ve uzun mücadelelerle her biri bir coğrafyaya yerleşti. Katolisizm, kendisini bunlara kabul ettirebilmek konusunda gayet başarılı olmuştur; elbette yer yer pagan adetlerini kilise ritüellerine dâhil etmek bahasına. Daha o tarihlerde bile, Atilla ordularının Avrupa’daki zulüm merkezlerini cezalandırmak için, yani adaletin tesisi için Tanrı tarafından gönderildiğine inanılmıştı. Atilla’ya o sebeple devrin papası III. Leon tarafından “Tanrı’nın Kırbacı” (Lat.: Flagelum Dei) unvanı verilmişti.
Bu unvanda biz, Türklük ile adalet kavramlarının Batı toplumları gözündeki önemli buluşmalarından birisine şahit oluyoruz.
Türklükle Katolik dünyasının bu teması, zahiren siyasî ve askerî mağlubiyet şartlarında gerçekleşmişti. Mağlub kurumlardan biri Papalık sayılmakla birlikte, sonuçta ayakta kalan en güçlü kurum oluşu sebebiyle gerçek kazanç Papalığa düşmüştür. Dinî bir kurum olan Papalık böylece dünyevî bir otorite merkezine de dönüşmüştür. Özellikle aforoz ve günah çıkarma yetkileri Katolik ruhbanı tarafından müthiş bir dünyevî saltanat manivelası haline getirildi.
*
Tarık bin Ziyad komutasındaki İslâm ordularının VIII. Yüzyıl başında(711) Endülüs’ü fethi, Avrupa’daki kurulu düzenin tehdidi anlamına gelmiyor olmalı ki, 700 sene Avrupa’nın kalbinde bir Arap-İslâm Devleti olarak varlığını sürdürebildi. Arap-İslam orduları gayet tabiî çiçeklerle karşılanmadı. Papalığın ciddî katkılarıyla İslâmî fütuhat İber yarımadasında bloke edildi. Sonra da Katalan ve Aragon kontluklarının öncülüğünü Vatikan’ın ciddî bir destek koymasıyla bir haçlı stratejisine çevirdiler. Ama tecrübeli Papalık kurumu, Müslümanların yarattığı fiilî durumu, cemaatini bir tehditle korkutarak elde tutmanın bir imkânı olarak da gördü. Ayrıca felsefî ve bilimsel bakımdan Ortaçağ Avrupa’sının çok ilerisindeki Endülüs’ten yararlanmasını da bildi.
Selçuklular’ın Anadolu’yu fetihleri Papalığı besbelli ki, çok daha şiddetle tedirgin etmiştir. Selçuklular üzerine milyonlarla ifade edilen haçlı orduları süren Papalık, gerçekten Endülüs-Emevî Devletini neden aynı derece şiddetle tehdit olarak görmedi? Haçlı seferleri sırasında Endülüs orada duruyordu. Tekrar düşünelim. Acaba burada Arap geleneğinin sınıflı yapıyla bağdaşık karakteri, Endülüs-Emevîleri’nin sınıflı Avrupa coğrafyasında varlığını sürdürmesini kolaylaştıran bir unsur muydu?
Türk idare geleneğindeki sınıfsız topluma has “adalet” ilkesi, Haçlı Seferleri’nin asıl sebebi olarak neden değerlendirilmesin?
SAİT BAŞER -13 KASIM 2023