“Onları, güzel olanları, ey, kim tutar onları? Görünüş durmadan belirip yiter yüzlerinde.”
Rilke
Bir rüzgâr esiyor bazen, ne varsa önüne katıp dilediği yöne sürüklüyor. Zayıf halkaları sever rüzgârlar, zayıf ve cılız… Böyle başlar sosyal çözülmeler.
Hileler dökülüyor rüzgârdan. Entrikalar… Düşer düşmez bire bir değil, bire bin değil, bire on bin veren buğdaylar gibi. Amaca giden her yol meşrû. Kitle iletişim araçları kullanıyor. Sinemanın evrensel diliyle, milyonlar zapt ediliyor.
Derken yine esti öyle bir rüzgâr! Pembenin mâsûmiyetini kuşanmış “Barbie” rüzgârı…
Bir oyuncak firması, 1959 senesinde “kusursuz kadın” görünümlü Barbie bebeği piyasaya sürdüğünde tesîrinin günümüze dek süreceğini hesap etmiş miydi? Düşünmüş müydü, tüm bebeklerin tahtını sarsan bu oyuncağın, genç kızların düşlerini süsleyip yaşamına hükmedeceğini?
İdeal kadın tasvîri sunar Barbie’ler, güzelliğe dair bir tohum atar körpe zihinlere. İlerleyen zamanlarda o tohum filizlenip genç kızın güzellik algısını inşa eder.
“Allâh güzeldir, güzel olanı sever.” Fakat güzel nedir? Güzel, basit bir duyusal haz nesnesi değildir. İbn Hazm’ın ferâsetiyle güzellik, tesîs ettiği rûhsal tesîrle kişinin hem dünyaya bakışına hem de davranışlarına üstünlük veren bir değerdir.
Gören gözdedir güzellik. Şâir diyor ya: “Güzelliğin on par’ etmez. Şu bendeki aşk olmazsa…”
Güzellik sadece dış görünüşte değil hassas kalpte, derûnî hislerde, üstün tavırda, îmânla taçlanmış gönülde, duyuş, düşünüş tarzında, zarâfet ve yüksek rûhtadır. Hâlbuki modern anlayışta sîrette değil sûrette aranır güzellik. Fiziksel çekicilik, var oluşsal bir mesele olarak dayatılır genç kızlara. Yaşam amacı gibi gösterilir.
Kusurlara reddiye olan Barbie’nin tozpembe ütopyası, kendi güzellik felsefesini inşâ etti. Buna göre; saçları altın sarısı, teni bembeyaz, beli kırılacak gibi, bacakları upuzun, bedeni incecik, gözleri masmavi yahut yemyeşil olmalı kadının. Birbirinden şık, renk cümbüşü giysilere, cezbeden makyaja bürünmüş Barbie’ler, aslında bir oyuncaktan ziyâde “ikon” gibi veriliyor kız çocukların eline. Sanem. Sonrasında Barbie ölçülerine ulaşmak için kıyasıya bir mücâdele başlıyor.
Algılarımız yönetir bizi. Bilinçaltımıza atılan her tohum boy verir. Masallarımız, filmlerimiz, şarkılarımız ne söyler çocuğumuza? Hangi mesajları verir? Ninni gibi neyle besliyoruz onların rûhunu?
Çocuğumuza anlattığımız masallar, okuttuğumuz kitaplar, dinlettiğimiz şarkılar, izlettiğimiz filmler hücre hücre örüyor onu.
Masalda Kül Kedisi hârikulâde giysilere, lüks araba ve kristal ayakkabıya kavuşunca Sindirella’ya dönüşüyor, îtibâr görüyor. Balo salonuna girer girmez Prens; adını, sanını, huyunu suyunu bilmediği bu göze hoş gelen güzellikten öylesine büyülenir ki onunla evlenebilmek için ülkesinin altını üstüne getirir.
Yeşilçam filmlerinde kadına revâ görülen en yüce mevki, elinde mikrofonla sahneye çıkması değil midir? Erişebileceği nihâî nokta… Zirve. Pırıltılı giysiler içinde sahnede yıldızlaşan kadınlar, genç kızlarımız için bir nevi rol modeldi aslında. Belki bu yüzdendi o yıllarda evden kaçıp şarkıcı olmak için büyük kentlere gitmeler…
Çocuklarımızın nezdinde neyi yüceltiyoruz? Neyi putlaştırıyoruz onların gözünde? Yahut neden söz ediyoruz sabah akşam? İşte ona biçtiğimiz rolü de tam da bunun göbeğinde büyütüyoruz.
Buzdağının altı gibidir uyuyan zihin… Beynimizin yüzde 27’lik bölümü üst bilinçtir, yüzde 73’lük bölümü ise bilinçaltı… Freud bilinci okyanustaki buz dağına, bilinçaltını ise suyun altında kalan kısmına benzetir. Yüzeysel ve derin benlik. Asıl güç derinlerde, asıl güç buzdağının altında.
Zararsız görünen algılar bilinçaltına inanç olarak yerleşir sonra derinden derine yönetmeye başlar kişiyi. Özne bilinçaltının isteklerine baş eğer ve ona ulaşmak için delice bir çabaya girişir.
Schopenhauer’ın teşhisiyle “Bir şeyin sahtesi aslının en büyük düşmanıdır.” Plastik ve kusursuz dünyanın Barbie’leri, gerçek dünyanın kadınları üzerinde hegemonyasını kuruyor. Barbie’nin kum saati figürüne dönüşmek için sayısız operasyonlarının mengenesinden geçen kadınlar…
Estetik cerrâhî, güzel görünüşü vaat ediyor ama mâsumîyeti ve mimikleri alıyor.
“Ey gülümseme, nereye?”
Elmacık kemiği, göz kapağı, burun, dudak, çene ve göğüs ameliyatları… Muhtelif bölgelere yaptırılan silikonlar… Aldırılan yağlar… Yeşil, gri ve mavi kontakt lensler… Abartılı saç ve makyaj hileleri… Hepsi doğuştan gelen husûsiyetlerin yerini sunî olana bırakıyor.
Ah evet, ölümcül diyetlerle modern hastalıklara dâvetiye çıkarmayı da unutmayalım.
Aynaların sırı dökülmüş, dışa akmış güzelliklere iltifât etmez olmuş. Çünkü derûnî güzellikler yağmalanmış, çünkü herkes birbirinin aynı, çünkü herkes klonlanmış gibi.
“Baksak aynalara tanır mıyız kendimizi?”
2021 yılında öğrencilerimizin TÜBİTAK için yaptığı, çalışma evreni Sakarya’da 14-25 yaş aralığındaki, altı farklı lise ve üniversiteli kız öğrenciler olan Genç Kızların İnstagramda Fotoğraf Paylaşımı ile Barbie Bebek İlişkisi adlı araştırma projemizin sonuçlarında gördük ki;
Barbie bebekle büyüyen genç kızlarda, olumsuz beden algısı, hiç Barbie bebeği olmayanlardan daha fazla. Bu oyuncağa sahip kızlar, güzelliğin doğuştan değil bakımla olabileceğini savunuyor. Ve güzellik için estetik ameliyatlarına ihtiyaç olduğunu düşünüyor.
Bedenler tehdit altında! Tüm dünyada tek tip kadın modeli dayatması: Böyle olursan güzelsin, yoksa değilsin!
“Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?”
Genç kızların Barbie özentisi, yeni piyasa hileleriyle perçînleştiriliyor. Warner Bros şirketi ile bebekleri üreten Mattel firmasının ortak projesi Barbie filmi, tüm dünyada eş zamanlı yaşanan Barbie çılgınlığına yol açtı.
Avrupa’da yeni doğanlara Barbie ve Ken isimleri veriliyormuş. Evler pembeye boyanıyor, arabadan hamburgere varana dek her şey pembe imâl ediliyormuş. Benzer isteriler ülkemizde yaşanıyor. Ve estetik müdâhale furyası…
Küçüklüğünde Barbie bebeklerle oynayan ergenlerde görülen, sosyal medyanın yaygınlaştırdığı Barbie sendromu, şimdilerde yetişkinleri de önüne kattı. Güzelliğin ironik neşidelerini söyleyen kadınlar, kozmetikten kıyafete, ayakkabıdan aksesuara varan tüketim ağına çekiliyor.
2023 yazında pembenin kamufle ettiği planlar girdi devreye. Kadın ve erkeğin toplumsal rolleri tanımlanıyor yeniden. Filmde Barbie, “bebek” değil muhteşem bir yaşamın güçlü kadınıdır. Kimseye ihtiyaç duymaz, tek başına yaşar. Son derece lüks bir eve, arabaya, arzularına hizmet edecek kadar para pula sahiptir. Erkek arkadaşı Ken ise adeta onun için vardır. Pasiftir. Bir gölge kadar silik. Her şeyin pembe olduğu dünyanın öznesidir Barbie, Ken ise nesnesi.
Bir taşla iki kuş… Mükemmel vücut ölçülerini hâiz Ken tiplemesiyle erkekler de bu çılgın piyasanın metâına dönüştürülürken sezdirmeden feminizm bayrağı çekiliyor göndere.
“Kim duyar, ses etsem, beni melekler katından?”
Leyla Yıldız