Safer Efendi, 1999 senesinde dar-ı bekaya göçmüş bir Cerrahi şeyhi. Vefatından kısa bir süre önce İtalya’dan bir heyet kendisine misafir olur: Heyetten biri, “Müslüman bir ülke olan Türkiye’ye başka düşünceler ile geldik. Ancak bambaşka bir hal bulduk” diye serzenişte bulununca, Safer Efendi; “Eğer yüz sene önce İstanbul’a gelip bir ayakkabıcı dükkanı açmak isteseydiniz; sizi Ahi teşkilatına yollardık.
Çıraklığınızı, kalfalığınızı, ustalığınızı sorar, eserinizi görmek isterdik. “Sadece ayakkabı yapmayacaksınız, insanla da muhatap olacaksınız, icazetinizi (ahlaki terbiyenizi) kimden aldınız, kim size kefil olur?” derdik. Dükkanı nerede açacağınızı sorar; o mahalde ihtiyaç var mı, yok mu, diğer esnafa zarar verecek misiniz, anlamaya çalışırdık. Mesela, bir mahallede bir tek kazancıya izin verir, iki kazancının gürültüsü mahalleliye zulümdür, der, izin vermezdik.
Bu hikmetten bakmaktır.
Şimdi İstanbul’a gelip aynı dükkanı açacak olursanız, size iki soru sorarız: “Devlete vergi verecek misiniz? Belediye harcını ödeyecek misiniz?” Açtığınız dükkanın, o mahalleye etkisi ne olacak, kaç esnaf batacak, kaç aile sıkıntıya düşecek soruları, hiç aklımıza gelmez.
Bu da maddeden bakmaktır. Maddeden bakmak, insaniyetin cahiliyyesidir.
Bizim kafamıza yüz sene önce öyle bir darbe vurdular ki; aklımızı yitirdik, hikmeti yitirdik, fakirleştik.
İşte gördüğünüz şey, o fakirliktir.” Diyor.
(Osmanlı’nın son türbesi ile Cumhuriyet’in ilk türbesi arasında sadece 39 sene var. Ancak aradaki estetik zevk farkı yüzyılları bulacak cinsten.)
Fakirleştik. Hem de her alanda fakirleştik. Şehrimiz, mimarimiz, alimlerimiz, şairlerimiz, edebiyatımız, bestecilerimiz, musikimiz, estetiğimiz, zevklerimiz her şeyimiz fakirleşti.
Bu fakirlik, eşya ile hikmet üzerinden ilişki kurmamıza da müsaade etmiyor. Ne yazık ki, ancak madde üzerinden ilişki kurabiliyor ve her şeyi metalaştırıyoruz.
Fakirliğimiz, hakim Batılı paradigmanın zihinlerimizi ve davranışlarımızı işgal eden saldırılarına direnebilecek bir cevap, bir şuur veremiyor. Bizi, Batı düşüncesinin, düşüncesiz taklitçilerine indirgiyor.
Batı düşüncesi ise her şeyi metalaştıran gözüyle, eşyayı ilahi düzenden koparıp değersizleştiriyor, yabancılaştırıyor, insanla arasına kapanmaz mesafeler koyuyor. Bu değersizleştirme/metalaştırma eşyadan insana kayıyor ve kişi insanla olan ilişkisini de maddeden /sosyolojik, psikolojik veya ekonomik beklentiler üzerinden (fayda/menfaat) tanımlamak zorunda kalıyor. “Kıymet”liyi, “menfaat, fayda” üzerinden tanımlayınca, kendisinden başkasına saygı ve hürmet gösteremeyen; koca evren de tek başına kalmış, yapayalnız, kalbi çorak bir varlığa dönüşüyor.
Kitab-i Kerim, insanın çevre ile ilişkisini çok daha farklı bir yerden tanımlıyor. Diyor ki; siz anlamıyorsunuz ama tüm yaratılmış varlıklar, Aziz Allah’ı “tespih” ederler[1]. Anlamaya gücünüz yetmese de; üstünüze aldığınız elbise, yürüdüğünüz yol, yediğiniz ekmek, bindiğiniz araba, içtiğiniz su, ağaç, kaya, çiçek, kedi, köpek her şey ama her şey Allah’ı zikreder.[2] Buyuruyor.
Her şey kıymetini, Yüce Kudretten alır. Yaratılanın kıymeti, yaratana duyulan saygıdan gelir. Kul’u gören, yaratanını da görür. Nakşa nigâh, nakkaşa nigehtir.[3]
İnsanın; eşyaya, her an Aziz Allah’ı zikreden bir varlık gözüyle bakmaya başlaması, onunla kurduğu ilişkinin; radikal değişimini, yeniden düzenlenmesini de getirir.
Bu bakışla; öncelikle, Allah’ı sürekli zikreden bir varlıkla muhatapsınızdır. Bu varlığa keyfi zarar vermek, hizmetini durdurmak, kırmak, dökmek, atmak onun zikrini sonlandırmaktır. Bu zikredilene (Yaratıcıya) saygısızlıktır. Emanetin sahibine ihanettir. Kendisine verilen irade ve ruhsatı suistimal etmektir. Çünkü tahrip edilen mülkün sahibi, Allah’tır ve Aziz Allah mülkünün hesabını sorar. (İslam toplumlarına çöp kavramının Avrupa’dan çok daha geç girmesinin, sanayileşmenin/şehirleşmenin gecikmesi kadar bu düşüncenin etkisinin kuvvetini koruması ile de ilgisi olduğunu düşünüyorum.)
Bir arkadaşım anlatmıştı: 270 yıllık Numaniye Dergahı’nın son hadimi Safiyüddin Erhan Bey, Bursa’nın meşhur lodosunda kırılan tekke camının parçalarını eliyle tek tek toplayıp, tavada erittirip, cam haline getirtip, tekkedeki eski yerine astırınca soran olmuş;
–Üstadım, ödediğiniz para ile bir kamyon cam alabilecekken neden bu yolu tercih ettiniz?
Beyefendi: “O cam yıllardır buraya hizmet ediyor. Bu hizmeti görmezlikten gelmemek lazımdı.” Diyerek cevap vermiş.
–Ama çok para verdiniz.
“Para, Allah’ın Aziz isminin tecellisidir. İnsanın, izzet ve şerefini korur. İnsanın izzeti, elinin altında ve hizmetinde olanlarla birliktedir.” Mealinde bir cevap vermiş.
Görüldüğü gibi beyefendinin eşya ile kurmuş olduğu ilişki Batı Medeniyetinin pozitivist aklının alabileceği sınırların çok ötesinde.
Modernist Batı Medeniyetinin, tarih ve geleneğe düşman, zamanla ve mekanla irtibatının kopuk olması nedeniyle; kıymetini, çevresi ile bir bütünlük içinde (tevhid) algılayamıyor ve bütün değerlerin merkezine tek başına kendini oturtmaya çalışıyor. Kendisinin, merkez olmadığı hiç bir şeye kıymet takdir edemiyor.
Eşya ve hayvan, Aziz Allah’ın lütfetmesi ile ihtiyaçlarını karşılasın diye insanın emrine verilmiştir. Ancak bu ruhsat “ihtiyaç” ile sınırlanmıştır. İhtiyaç olmadan yeşil bir yaprağı koparmak, bir sineği öldürmek bile Aziz Allah’ın zikrinin sonlandırılması olarak düşünülür.
Kudret, hiç bir şeyi emekli etmez.
Muhteşem döngünün içinde her şey her an bir görevdedir. İnsan da bu düzeni hayatına taşır. Su, kanalizasyonda bir atığa dönüşmez, mutfakta işi bitince bahçeyi sulamakla görevlendirilir. Eskiyen kıyafet, temizlik işine verilir. Orada hizmetini tamamlarsa paspas olur, sonra koyunun boynuna ip.
Bunlar, kapitalist ekonomi için “dehşet veren” sözler.
Sürekli tüketmek, tüketmek için tüketmek, gösteriş için tüketmek üzerine kurulu bir ekonominin bu sözlerden rahatsız olmaması, bu kelimelerin yayılıp insanlar nezdinde itibar bulmaması için propaganda ve reklam sektörü 7*24 görev başındadır. Bu yüzden; tüketmek için tüketmek ekonomisi; toplumun ahlaki düşüşü veya özgür seçimi olarak değerlendirilmemelidir. Aksine tüketim için tüketim: egemenler ve sermayenin; insanı, dışarıdan kuşatıp hakimiyeti altına aldığı ve insanın da farkında olmadan bunu içselleştirdiği, bir toplumsal-ekonomik modeldir.[4] Bu ekonomik model kişinin veya toplumların tercihine bırakılmaz, emperyalist yapılarca toplumlara bazen zorla, bazen sofistike yöntemlerle dayatılır. Bu coğrafyada da 24 Ocak 1980 de başlatılan süreç, 2001 yılında IMF politikalarının kabulü ile tamamlanmış ve “tüketmek için üretmek, üretmek için tüketmek” ekonomisi devlet eli ile topluma yedirilir olmuştur. Ne yazık ki, bu iktisadi politikalar halen devam etmekte olup, toplumda yerleşmiş ve toplum, bir başka model olabileceği fikrine dahi yabancılaşmıştır.
Hamburger Medeniyeti isimli eserinde sayın Messiri’nin ; “Batı medeniyeti insanı, basit bir “şey”den ibaret olarak görür. Bu medeniyete göre, insanın yeryüzündeki varoluş nedeni; hakikati, hayrı, güzelliği aramak ya da iyiliği emredip kötülükten nehy etmek değil, aksine insanın üretim-tüketim kısır döngüsüne sürüklenmesi, tüketmek için üretmesi, üretmek için tüketmesidir.” Derken bu hali anlatmaya çalışır. Bu hal; Müslüman bilincin anlayamayacağı, anlamaması gereken bir hal.
Her şeyi ve herkesi kullanmaya, kullanıp atmaya, yağmalamaya ayarlı bir düşüncenin, Habermas’ın dediği gibi; aslında “hayatın kendisini sömürüyor[5]” iken, “Dere kenarında bile abdest alsanız, israf etmeyiniz.[6]”, dereyi bile sömürmeyiniz, emrini anlamasını beklemek mümkün değildir.
Namaz kılabilmek için “necasetten taharet” şart koşulmuştur. Namaz kılınan yerin, yani secdegahın temiz olması, temiz tutulması, kirletilmemesi kulluğun edebindendir. Ve İnsanın Secdegahı, tüm yeryüzüdür[7].
Bu mantıkla, tüm yeryüzünün kirletilmemesi, temiz tutulmaya çalışılması adeta bir iman meselesidir. Derenin suyunu bile bu bilinçle kullanmak gerekir. (Müslüman hanımların, evde göstermiş olduğu titizlik bu bakışın bugünlere yansıması olsa gerek.)
İbn Arabî’nin “Onlar, Allah’ın yarattığı düzeni, kendi anlayışlarına göre ihmal etmezler.” Kelamı, bu düşüncenin ortaya koyduğu sorumluluğun tarifi olsa gerek.
David Lyon kendisini, “Musa’yı ciddiye alan bir Yahudiyim” diye tanımlarken, Zygmunt Baumann “Tanrısını kaybetmiş, eski bir Yahudi”dir.
David Lyon “Akışkan Gözetim” isimli söyleşide Zygmunt Baumann’a; “Üstad, insanlık için, hiç mi ümit kalmadı?” diye sorunca, Tanrı’sını kaybetmiş, ateist düşünür Zygmunt Baumann; “İnsanlık için bir tek ümidimiz var; Peygamberler, azizler, evliyalar: Onlar dünyaya adım atarken, şalom’a (selama, dar’üs selama, Cennet’e) adım atarmış gibi adım atarlar. İyiliği ertelemek için bahaneleri yoktur. Bizler iyiyi biliyoruz. Ama bizlerin, iyiliği belirsiz bir güne ertelemek için bahanelerimiz var. ” Diyordu.
Onlar, cömert olmak için zengin olmayı, dürüst olmak için herkesin dürüst olmasını, Hakkı savunmak için tehlikenin geçmesini beklemeyenler, onlar kapıdan; Cennet’e giriyormuş gibi özenle, takva ile çıkanlar, karşılaştıklarını belki de Cennet’ten birisidir diye selamlayanlar; eşyayı, Cennet’in emaneti, çevreyi; Cennet’in kendisi gibi görenlerdir.
Dünyaya Müslüman gözü ile bakabilen insan, sadece bizlerin değil, insanlığın da tek umudu. Eğer bu batıl ve Batılı göze itiraz edemezsek; insanı, nesli ve çevreyi helak ediyor, daha da edecek[8]. Eğer bizde onlar gibi bakmaya devam edersek, biz de suç ortağı olacağız.
Cennet’e öldükten sonra değil, ölmeden önce girmek gerek.
Ahmet H. Çakıcı/ Muharrem 1439 / Alanya / 24 EKİM 2017 / https://www.ahmethakancakici.com/
[1] Haşr Suresi 1. Ayet-i Kerime: سَبَّحَ لِلّٰهِ مَا فِي السَّمٰوَاتِ وَمَا فِي الْاَرْضِۚ وَهُوَ الْعَز۪يزُ الْحَك۪يمُ
Meali :Göklerde olanlar da yerde olanlar da Allah’ı tesbih ederler. O güçlüdür, Hakim’dir.
[2] İsra Suresi 44. Ayet-i Kerime: تُسَبِّحُ لَهُ السَّمَاوَاتُ السَّبْعُ وَالأَرْضُ وَمَن فِيهِنَّ وَإِن مِّن شَيْءٍ إِلاَّ يُسَبِّحُ بِحَمْدَهِ وَلَكِن لاَّ تَفْقَهُونَ تَسْبِيحَهُمْ إِنَّهُ كَانَ حَلِيمًا غَفُورًا
Meali : Yedi gök, yer ve bunlarda bulunan herkes O’nu tesbih eder. O’nu övgü ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Ne var ki siz, onların tesbihini anlamazsınız. O, halîmdir, bağışlayıcıdır.
[3] Nakşe nigeh ey hâce-i nakkâşe nigehtir
Sanma ruh-ı zîbâyâ nigeh ‘ayn-ı günehtir. (Mir Hamza Nigari’nin bir beyti)
[4] Abdülvahab M. El Messiri – Hamburger Medeniyeti
[5] Terry Ealeton, “Tanrı’nın Ölümü”
[6] İbn Mace, Tahare 48
[7] Şemseddin Yeşil Efendi’den alıntı.
[8] Bakara Suresi 205. Ayeti Kerime :وَإِذَا تَوَلَّى سَعَى فِي الأَرْضِ لِيُفْسِدَ فِيِهَا وَيُهْلِكَ الْحَرْثَ وَالنَّسْلَ وَاللّهُ لاَ يُحِبُّ الفَسَادَ
Meali : İş başına geçti mi, yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, ekini ve nesli helak etmek için koşar.