“Kardeşim dedim
Acılarıma da kardeş olur musun?”
Cahit Zarifoğlu
“Ne çok acı var.” Ne yana dönsen inleyen bir kalp. Ne yana dönsen darmadağın bir hikâye.
Göçük altındaki kızının cansız elini bir an bile bırakmayan molozların üzerinde oturan turuncu montlu kederli baba…
Torunlarının sıkışmış bedenini umutla, tevekkülle bekleyen aksakallı koca.
Bedenleri gibi saçları da sarmaş dolaş çıkarılan anne ve kızı…
“Beni ölüme mi terk ediyorsunuz?” diye kolon altından ünlenen bir kadın sesi.
Kalp ameliyatı olan babasını görmek için New York’tan Maraş’a gelen, eşi ve iki küçük çocuğuyla birbirine sarılmış halde yıkıntılardan çıkarılan otuz beşindeki yazılım mühendisi…
Nasıl da dağladınız yürekleri böyle… Hüznümüz içimizde boğuldu. Yüreğimiz asılı kaldı, isli bir lamba gibi.
Ne çok acı var. Sabahın dördünde İsrafil’in sur düdüğü ötmüş. Önce uğuldayan müthiş uğultu, ardından sert mi sert, insanın ayak bağını çözen sarsıntılar, art arda… Kıyametin provası olmazmış. Birincisi prova gibi… Altı üstüne geldi kentlerin! Ah Maraş! Ah Adana! Ah Diyarbakır, Malatya, Adıyaman, Urfa, Kilis, Osmaniye, Elazığ! Ah Hatay! Bir üfürükle dağılan karahindiba gibi savrulmuş binalar!
Müteahhit kurnazlığının somut delili dışı görkemli, içi kof kumdan kuleler; kabir oldu yaşamak arzumuza. Çığlık çığlığa gömdük yaşama sevincimizi, keder mezarlığına.
“Ne çok acı var.” Bebekler anne diye betonun kucağına sığınmış. Kulağında ninni yerine kürek sesleri…
Umut, dönme dolap gibi döndükçe dönüyor içimizde, Ferhat’ın külüngü inerken yıkıntılara. Zaman değirmen taşı olmuş, insan öğütüyor günbegün.
Ne çok acı var. Hırıltılar geliyor enkazdan. Hep o nida: “Sesimi duyan var mı?” Ne yana dönsen siyah karanfil… Hüzünle uçuyor kuşlar. Köpekler can kurtarma telaşında. Mahşer gibi herkes kendi derdine düşmüş. “Önce beni kurtarın!” diyen bir anne ve “Önce beni kurtarın!” diye feryat eden kızı…
Ne çok acı var. Kan çiçekleri serpiliyor körpe körpe bedenlere… Çiçeği burnunda üç günlük evli çiftin üstünü örtmeye utanıyor toprak.
Bu manzaralar nasıl silinir hafızalardan?
Adıyamanlı bir amca, yardıma gelen askerlere karları yararak koşup sevinçle sarılıyor. Bir kadın, yıkıntılar üzerinde etrafını çevreleyen çocuklar için yufka açıp sac üzerinde ekmek pişiriyor.
Bu manzaralar nasıl silinir hafızalardan?
Gece bir ateşin etrafında; yalınayak başıkabak, çoluk çocuğuyla içlene içlene sabahlayan biçareler…
Bu manzaralar nasıl silinir hafızalardan?
Bir baba ölen oğlu için ağıt yakıyor, yaşlı kadın diz çökmüş ağlıyor, bir asker namaz kılıyor, bir çocuk sırtladığı çuvalı taşıyor. Hepsi aynı karede.
Ne çok acı var. Acı, içinde sevinci barındırıyor. Her elem bir mucizeyi müjdeliyor. Tarifsiz kederler güzellikler doğuruyor.
Tam elli beş saat avucundaki muhabbet kuşunu ihtimamla koruyan ve kuşuyla birlikte kurtulan on üç yaşındaki çocuk…
Maraş’ta çöken binadan altmış bir saat sonra çıkarılan, ekiplerin “Nasılsın?” sorusuna “Kardeşim minik, ölebilir. Şurada benim yanımda yatıyor. Onun adı Mehmet Taha, benim adım Zübeyde.” diyen sekiz yaşındaki kız çocuğu…
Hatay’da yetmiş iki saat sonra enkazdan çıkarılan, “Su ister misin?” soruna “Hayır, daha muayene olmadım.” cevabını veren beş yaşındaki Hazal…
Hatay’da yüz on dokuz saat sonra kurtarılırken “Bugün günlerden ne?” diye soran on altı yaşındaki Kamil Can…
Elbistan’da yüz yirmi üç saat sonra göçükten emekleyerek çıkan yirmili yaşlardaki Melisa Ülkü…
Ve yine Hatay’da yüz yirmi sekiz saat sonra ışığa gülümseyen yirmi bir günlük Halit Ali Talha bebek…
Antakya’da yüz otuz bir saat sonra binanın enkazından sağ çıkarılan beş aylık bebek…
İslâhiye’de yüz otuz iki saat sonra yıkıntılardan canlı çıkan baba ve kızı…
Maraş’ta yüz kırk saat sonra kurtarılınca tekbir getirerek sevinen yirmi yedi yaşındaki Muhammed Habib…
Antep’te yüz kırk yedi saat sonra molozların arasından çıkarılan, “Aç mısın?” sorusuna “Hayır tokum, yemek yedim.” diyen on iki yaşındaki Eylül…
Adıyaman’da yüz yetmiş sekiz saat sonra diri çıkarılan altı yaşındaki Miray…
Siz darmadağın olan gönülleri yeniden yeşerttiniz. Siz her bir göçüğün başında yüreği ağzında bekleyen ülke halkına umudun varlığını müjdelediniz. Sizinle anladık ki, insanı ölümden eceli koruyor.
“ben öyle bilirim ki yaşamak
berrak bir gökte çocuklar aşkına savaşmaktır”
Ölüm bir yere girmişse sağ kalanları daha çok öldürüyor. Ne çok acı var. Mesafeyi yok eden acı… Ülkenin bir yarısı, öteki yarısı için tek yürek, tek bilek. Rilke’nin mısralarıyla;
“Otursam yanına. Ve desem usulca:
Acı çektim ben, işitir misin?”
Adıyaman girişinde otuz bin kişilik çadır kent kuran Mardinli hayırsever… Lokantalarında ücretsiz yemek dağıtan Diyarbakır esnafı, siz bize insanlığımızın ölmediğini gösterdiniz.
Beslediği boğasını satarak yirmi üç bin lirayı afetzedelere gönderen koca yürekli Erzurumlu nine, siz bize Anadolu irfanının hâlâ yaşadığını gösterdiniz.
Ev sahibinin kira gelirini depremzedelere bağışlayacağını öğrenince gönüllü olarak kirasını artıran kiracı, siz bize ruhumuzda saklı iyiliği gösterdiniz.
Annesi, babası ve tüm akrabalarını kaybetmiş çocukların tedavisini üstlenip onları evlat edinenler, siz bize Türk’ün yüce gönlünü hatırlattınız.
Parası olmadığı için yüzük ve küpelerini bağışlayan Prizren kadınları… Bakü’de “Kızımın çeyizini getirdim.” diyen yaşlı amca siz bize dayanışmanın, fedakârlığın ne olduğu öğrettiniz.
Soydaşları için el arabasında yatak taşıyan Borçalı ana, sen bize vefayı öğrettin.
Yardım tırlarıyla imdadımıza koşan Yakut Türkleri, Anavatanın yaralarını sarmak için koşan Mamuşa Belediyesi, Hatay’da felaketzedeler için yemek hazırlayan Uygur gönüllüleri, afeti duyar duymaz Almanya’daki konsolosluklara koşan gurbetçilerimiz, Türk tipi çadır göndermek için seferber olan Kazak Türkleri, siz bize kardeş olduğumuzu hatırlattınız.
Yardımlarıyla varlığını gösteren Katar, Kuveyt gibi İslâm ülkeleri, siz bize inanç ve iman birliğini ihtar ettiniz.
Türk bayrağını dalgalandırarak külüstür otomobiliyle afetzedelere yatak taşıyan Azerbaycanlı yardımsever, siz bizi ağlattınız.
Yardımlar için çırpınan, paketleme işini canla başla yapan, kolileri tırlara yükleyen, yollarda ücretsiz çorba dağıtan Türk gençliği; siz ezber bozdunuz ve bir tarih yazdınız.
Gençliği vurdumduymaz, başkasının gam ve kederine duyarsız, konformist, egoist, cinsiyetsiz yapmak isteyenlerin planlarını alt üst ederek genetik kodlarınızı ispat ettiniz.
İyilikte yarışıyor milletimiz fert fert, hane hane… İmkânı olanlar fiziki yahut nakdi yardımla, olmayan elindeki avucundakiyle, sağlıklı olan kan bağışıyla, hiçbirini yapamayacak olan duasıyla yaraları sarıyor.
Deprem nedeniyle ülkemize gelen Fransız gazetecinin ifadesiyle:
“Tırlar yollarda sanki freni yokmuş gibi uçarak gidiyorlardı. Türkler çıldırmış gibiydi.”
Leyla Yıldız