Urfa, Harput, Kerkük müziğinin ortak ve kendi içinde özel yönleri vardır. Bu anlamda bu üç şehrin müziğine baktığımızda, gerçekte bir imparatorluk bakiyesi şehirler olarak, taşra olmalarına karşın saray müziğinden esintiler taşıdığını, imparatorluk etkisinde güçlü bir müzik damarından beslendiklerini görürüz. Zira müzik, sanıldığı gibi avamın gelişi güzel çığırdığı bir sanat türü değil, büyük bir kültürel birikimin ortaya çıkardığı sanattır. Shakespeare; “Bir milletin türkülerini yapanlar, kanunlarını yapanlardan daha güçlüdürler” derken, Konfüçyüs ;“Ancak müziği iyi duyabilen ve kavrayabilen üstün insanlar devleti yönetebilir” diyerek müziğin kültürel derinliğine ve sanatsal büyüklüğüne işaret etmişlerdir. Bu iki büyük sanatçının sözleri, gerçekte müziğin cemiyet ve fert hayatı üzerindeki önem ve tesirini göstermektedir. Zira bir şehrin büyüklüğünü ancak musikisine bakarak anlayabilirsiniz.
Yine Shakespeare’in “herkes kendi şarkısını söyler” sözünde olduğu gibi ülkeler/şehirler de kendi türkülerini, şarkılarını söylerler. Nasıl ki, her şair ve yazarın kendine has bir söyleyişi, bir üslubu varsa ülke ve şehirlerin de kendine has tarzları/söyleyişleri vardır. Bu söyleyişler ülke, şehir veya bölgelerin tarzını/tavrını/meşrebini ortaya koyar. Bir şehirde makam ve söyleyiş geleneğinin oluşabilmesi için, o yerin uzun bir geçmişi, köklü bir kültürel derinliği olması gerekir. Zira şehir veya bölgelere has bu tavır ve söyleyişler bir anda oluşmuş şeyler değildir. Özellikle müzikle bütünleşen şehirlere bakıldığında, o şehirlerin güçlü bir kültürel yapısı, makam geleneği ve zengin bir müzik birikimi olduğu görülür.
Müziğin bir yer veya şehirle bütünleşmesi, sosyal yapı ile coğrafyanın özdeşleşmesiyle ancak mümkündür. Çünkü bir yerin taşı, toprağı, suyu, o yerdeki insanların davranış ve meşrebini etkiler ve şekillendirir. Özellikle türkülere manilere baktığımızda ait olduğu şehrin yalnızca duygu dünyasını ele vermezler, aynı zamanda düşünce ve inancını, toplumsal refleksini de dışa vururlar. Bu bağlamda coğrafyayı tanımadan musikiyi, musikiyi bilmeden coğrafyayı tanımak/tanımlamak mümkün değildir.
Örneğin öyle şehirler vardır ki, müzikle bütünleşmiş, müzikle kendini ifade eder olmuştur. Bu şehirler kendi türkülerini söylerler. Bu şehirleri ancak musikiden yola çıkarak tanımlayabilirsiniz. Tanpınar’ın; “Anadolu’nun romanını yazmak isteyenler şehirlerden yola çıkmalıdır” o meşhur ifadesi işte bu anlamda söylenmiş bir söz olarak değerlendirilmelidir. Zira Tanpınar, bu sözüyle ülke veya şehirlerin kodlarını ancak müzikle/türküyle çözebilirsiniz demek istemiştir. Çünkü şehri tanımayan roman yazamaz, roman yazabilmek için şehri tanımak, daha doğrusu türküleri bilmek gerekir…
Genel manada musiki özel anlamda türküler; yalnızca Anadolu’nun romanını yazmak için değil, kültür ve medeniyetini tanımak ve tanımlamak için de kalkış noktası olmalıdır. Çünkü musiki tarihi, kültür tarihiyle, kültür tarihi medeniyet tarihiyle, medeniyet tarihi ise ülkelerin/şehirlerin tarihiyle iç içedir. Bu demektir ki müzik, şehirlerin duyarlılıklarını, değer yargılarını ortaya koymada önemli bir sanattır. Müziğe bütüncül baktığımızda ait olduğu kültür ve medeniyetin kodlarını, toplumun genetiğini içinde sakladığını görürüz. Bilindiği üzere Antik Yunan’da müzik/musikiden kasıt şiir, şarkı, çalgı, folklordur. Eflatun, Şölen’inde musikiyi yukarıda belirtildiği üzere aynı anlamda kullanmıştır. Bir yerde müzikten bahsediyorsak, orada şiirden, folklordan, çalgıdan bahsediyoruz demektir. Anadolu müziğini yorumlarken, inancı, folkloru, şiiri, ritmi göz ardı edemezsiniz. Çünkü müzik, büyük bir kültürel mirası içinde saklamaktadır.
Şehirlerin şöhreti en çok musikiyle yaygınlaşmıştır. En çok türküsünü dinlediğimiz şehir, en çok fikir ve gönül dünyamızda yer eden şehirdir. Bu yüzden birçok şehrin zihnimizde oluşturduğu çağrışım, dilimizden düşmeyen türkü sözleri etrafında şekillenmiştir. Örneğin Sivas’tan daha çok, ‘Sivas ellerinde sazım çalınır’ veya ‘Sivas’ın yollarında’, Urfa’dan daha çok ‘Urfalıyam Ezelden’ veya ‘Urfa’nın etrafı dumanlı dağlar’ türküsünü bilirsiniz. ‘Adana’nın yolları taştan’ yahut ‘Bitlis’te beş minare’ ve ‘Ordu’nun dereleri’ türküsü, adı geçen şehirleri görmememize rağmen tasavvurumuzda o şehirler hakkında bir kanının oluşmasına vesile olmuşlardır. Örneğin Urfa, dağlık bir şehir değil, ovadır ama bir türküden dolayı insanların zihninde etrafı dağlarla çevrili bir şehir imajı yaratılmıştır. Bu aynı zamanda insanların zihninde türküler aracılığıyla bir bakış açısı, bir imgelem oluşması demektir…
Kültür ve medeniyet coğrafyamızı türkü/şarkı sözleri birbirine bağlamış, müzikle ortak duygular/paydalar oluşmuştur. Müzik ile adı anılan şehirler vardır; İstanbul, Konya, Erzurum, Urfa, Harput, Kerkük, Sivas, gibi. Bu şehirler aynı zamanda belli bir müzik havzasını oluştururlar. Çünkü müzik, kadim şehirlerde yeşerir, yayılır ve belli bir havza oluşturur. Müzik yalnızca gönülden gönüle yol bulmaz, aynı zamanda şehirden şehre ülkeden ülkeye de yol bulur. Müzik sınır tanımaz çünkü. Belli bir kültür ve müzik havzaları böylece oluşur. Bu anlamda Anadolu coğrafyasında müzik havzalarına baktığımızda; Orta Anadolu (Yozgat-Kırşehir) müzik havzası, Erzurum-Sivas müzik havzası, Urfa-Kerkük-Harput müzik havzası gibi…
Bu havzalar halka halka genişleyerek etki alanı oluştururlar. Bayram Bilge Tokel’in Elazığ/Harput müziğini kastederek söylediği “bazı şehirlerimizin, tarihin derinliklerinden tevarüs ettikleri ortak kültürel değerleri Anadolu’ya yerleştikten sonraki süreçte işleyip geliştirerek kendilerine has bir kimlik oluşturmak konusunda, diğer şehirlerimize göre daha şanslı olduğu”[1] ifadesini Urfa ve Kerkük için de kullanabiliriz. Çünkü Urfa- Harput-Kerkük aynı müzik havzası içinde yer alan şehirler olarak Anadolu müziğinin önemli merkezlerinden biridir. Bu üç şehrin geçmişten gelen derin, köklü, sosyal ve kültürel ilişkileri vardır. Bu ilişkinin en güçlü bağı hiç kuşkusuz müziklerindeki benzerliktir.
Urfa-Harput ve Kerkük ilişkisinin oluşmasında geçmişte yaşanan göçler, kültürel geziler, evlenmeler ve özellikle 1960’lardan sonra müzik piyasasındaki plak ve kasetlerin yaygınlaşması gösterilebilir. Müziğin siyasi açıdan sınır tanımadığı, doğrudan gönle hitap ettiği düşünüldüğünde, bu benzerliğin güçlü bir kültürel birliğe nasıl dönüştüğü daha iyi anlaşılır. Öyle ki, Urfa Harput ve Kerkük türküleri öylesine benzerdir ki, bunları birbirinden ayırmak güçlü bir müzik kültürüne sahip olmak gerekir. Zira “Türkülerin dile geldiği her coğrafyada tek bir ruh ve tek bir beden gibi birlik ve beraberlik duygusu oluşturduğu gerçeğini göz ardı etmek mümkün değildir. Türk halk müziği, Güneydoğu Anadolu’da oluşmuş olan yerel kültürün, zaman içerisinde ulusal kültüre dönüşümünü sağlamıştır.”[2] Bu çerçevede Türk müziğinde Urfa, Harput ve Kerkük’ün yerini ayrı yarı ele alıp değerlendirmek yerinde olacaktır. Birbirinden etkilemiş olan bu üç şehrin müzik bağlamında ortak noktaları olduğu gibi, kendilerine özgü farklılıkları elbette vardır. Bu konuda Can Etili:“Türk halk müziğini bölgelere ayırarak değerlendirme yapmak bir bakıma doğru bir yaklaşım değildir. Türkülerin ağız, şive, lehçe ve hançere tekniklerinin farklılığı aralarında yarım saat olan yörelerde bile gerektiğinde birçok önemli farklılıklar oluşturmaktadır. Bu nedenle bölge müziği yerine yöresel müzik nitelemesi çok daha doğru bir yaklaşımdır”[3] diye yazmaktadır.
[1] Bayram Bilge Tokel, Türküler Kalır, Kapı Yay., İstanbul 2012, s. 231.