Kıyâmetler koparmak neydi, ey bülbül, nedir derdin?
Şâir! Hangi şâir? “Şâir değildir” diye itilen, dışlanan! Âkif! Onun kadar vatanı, milleti uğruna ömrünü heder etmiş ve onun kadar hor görülmüş, algı operasyonlarıyla değersizleştirilmiş, gözden düşürülmüş başka bir şâir var mıdır ki?
Safahat’ın kapağını bir kez olsun açmamış, Âkif’i bir kez olsun anlamaya gayret etmemiş nice insan yığını, şâiri sanattan uzak olmakla suçlayarak onun mücadelesini ve temsil ettiği değerleri de küçük görür.
Âkif “buğday”a değil Yunus gibi “himmet”e taliptir. Sanatın altın kulelerinde kuşlar gibi sefer etmenin derdinde değildir.
Yahya Kemal’in şiir estetiği yoktur onda. “Hâfız’ın kabri olan bahçede, her gün kanayan rengiyle yeniden açan gül ve güle duyduğu aşktan ötürü geceleri, ağaran vakte kadar ağlayan bülbül” tarzı soyut anlatımlara Âkif’te tesadüf edilmez. Âkif’in Bülbül’ü, matemlidir. Hazân ağlar bahârında. Teselliden nasibi olmayan bülbülün “asırlar var ki, aydınlık nedir, hiç bilmemiştir âfâkı”…
“Neden öyleyse mâtemlerle eyyâmın perîşandır?
Niçin bir damlacık göğsünde bir umman hurûşandır?”
Âkif, Ahmet Hâşim’in “Yârin dudağından getirilmiş bir katre âlevdir bu karanfil” tarzı benzetmelerine ve “Güller gibi… sonsuz, iri güller / Güller ki kamıştan daha nâlân” gibi ince hayallerine yer vermez mısralarında. Her şeyi olduğu gibi görmek ve göstermek… İşte şiirlerinin ayırıcı vasfı budur.
“Ben şiirde hayâle dalmam. Ben adi şeylerden bahsederim. Mesela bu taş, ona taş derim hacer-i semâvi demem. Bu tahta, ona tahta derim taht demem…”
Şiirlerini “bir yığın söz”den ibaret sayar. Ona göre bu sözlerin bütün hüneri samimiyetidir.
“Sen şâirmişsin, öyle mi?” diye sorar, oğlunun şiir yazdığını duyan annesi… Âkif; “Eloğlu bu! Söyler… İnanma anne.” der.
“Safahât’ımda, evet, şi’r arayan hiç bulamaz” der. “Üç buçuk nazma gömülmüş koca bir ömr-i heder!” sere serpe yatmaktadır. “Hazin işte bu!”
Âkif, sanatın zümrüt tahtında semavi bir saltanat kurmayı değil ıstırap çekenlerin acı nefesi olmayı yeğlemiştir. Dostu Mithat Cemal’e göre o; “Boğazdaki romantik köşklerden değil, halkın ve sefaletin içinden fertlere bakma erdemine erişmiştir.”
“Ne tasannu bilirim ne sanatkârım.”
Stendhal, “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır.” der. Âkif ise manzum hikâyelerinde sokağa ayna tutar. Harp yıllarındaki yılgın, bitkin, perişan halkı gerçekçi biçimde anlatır. Sokak tasviriyle İstanbul’un ihmâl edilmiş semtlerinin bakımsızlığını, yoksulluğunu realist bir biçimde sergiler.
Manzumelerinde gündelik hayatın içerisindeki insanı, bütün beşeri yönleriyle; zaafları, idealleri, emelleri, geçim sıkıntıları ve hayâl kırıklıklarıyla işler. İnanışları, ihtiyaçları, tembellikleri, vurdumduymazlığı, çalışma şartları, yaşadıkları mekânların işlevselliği, işlevsizliği, uhreviliği gibi özellikleri sahne alır şiirlerinde. Mahalle Kahvesi manzumesi için;
“Bence en güzel yazdığım eserlerden biri Mahalle Kahvesi’dir.” der. “ Çünkü o şiirde mahalle kahvesinde olan her şeyi görürsünüz. Hatta muayyen bir kahveyi tasvir ettim. Kahve sahibine o şiiri okudukları zaman; ‘Bu herif mutlaka böyle kahvelerde yetişti.’ demiş. Benim şiirimin vasf-ı mümeyyizi işte budur; her şeyi olduğu gibi görmek ve göstermek.”
Sanat kaygısı yerini, beşeri ve toplumsal meselelere çözüm arama çabasına bırakmıştır onda. Mısralarını lirizmle örülü düşünceyle besleyen Âkif’in vicdanında “sanat toplum içindir”. Bu yüzden Birinci Safahat’ta başkalarıyla hemdert olan bir şahsiyet vardır. Fatih Camii, Hasta, Küfe, Hasır, Meyhane, Seyfi Baba” manzum hikâyelerinde, toplumun ahvalini çarpıcı tablolar halinde resmeder.
Fatih Camii; penceresi, minaresi ve mimari öğeleriyle semavî âlemle bütünleşen bir mabettir. Ve vecdin, batıl hücumlara direnmenin, İslâm ışığının sembolüdür.
Ve Küfe… Yaşıtları temiz elbiseler giyip okula giderken babasından miras kalan eski bir küfeyle ailesinin geçimini sağlamakla yükümlü, perişan, cılız bir çocuk olan Hasan’ın hamallık yapmasını içerir.
“Meyhane, içinde haysiyetsiz rüzgârlar esen, tavanlarında ümitsizlik iniltileri yükselen, her taşından yıktığı yuvaların feryadı duyulan, yüce değerlerin kenarına bile yaklaşmadığı bir mekândır. Buraya gelenler; utanma duygusunu yitirmiş, hiçbir gaye ve istekleri kalmamış, geçmiş ve gelecek düşüncesinden uzaklaşmış, gençliklerinin en değerli çağında içki denilen zehrin tutsaklığında ömür tüketen insanlardır.”
Seyfi Baba ise hem çok fakir hem de ihtiyardır. Hayırsız oğlundan başka kimsesi yoktur. Ekmek parası kazanmak için komşusunun akan çatısını onarırken soğuk alır ve hasta olur. Derken mum alevinin açığa vurduğu bu üryan sefalet tablosundan şâirin sesi duyulur:
“Ya hamiyetsiz olaydım ya param olsa idi.”
Dili yok kalbimin
Şiir, Âkif’te “göz yaşı”dır. Eserleri ise aczinin gözyaşları… “Dili yok kalbi”nden süzülen mısralar, durmaksızın düşer düşer ağlar.
“Ağlarım, ağlatamam; hissederim, söyleyemem;
Dili yok kalbimin, ondan ne kadar bîzârım!”
Yaralı gönül. Her cerihâsından boşanır kanlı yaşı. Manzumelerine, divitinden değil yüreğinden damlar kan. Hüsran, Bülbül, Leyla… Necd Çöllerinden Medine’ye lirik imgelerle örülü şiirleri… Hüznün dalgaları vurur kıyıya, köpük köpük.
“Gitme ey yolcu, berâber oturup ağlaşalım:
Elemim bir yüreğin kârı değil, paylaşalım”
Ağlayıp inlemeleri seller gibi vadiyi saracakken, hiç çağlamadan, gizli inen yaş gibi akar.
“Yoktur elemimden şu sağır kubbede bir iz;
İnler ‘Safahat’ımdaki hüsran bile sessiz!”
Sessizliğin sese dönüştüğü yerde “Haykır!”der; feryâdını artık boğarak… “Kime? Lakin?”
“Ellerdi yatanlar, sağa baktım, sola baktım”
Hani sahipleri yurdun? Öz vatanında evsiz barksız kalmıştır.
“Bugün bir hânümansız serserîyim öz diyârımda!”
“Evler tünek olmuş, ötüyor bir sürü baykuş!” Sesler geliyor dört bir yandan: “Vatan tehlikedeymiş… Batıyormuş!”
“Nasıl tahammül eder insan esaretine?
Kör olsun ağlamayan ey vatan, felaketine!”
Hayâl ile yoktur benim alışverişim
“Hayır! Hayâl ile yoktur alışverişi”. Kutsal bildiği yurdu, tüm çıplak gerçekliğiyle önündedir. Her taşı bir iman mabedi olan cennet gibi yurdu hazânını yaşamaktadır… Namık Kemal’in ifadesiyle; vatanın bağrına düşman dayamıştır hançerini. Var mıdır kurtaracak bahtı kara mâderini?
“Kalmış eli böğründe felâketzede mâder”
Vatan, sevgilidir Âkif’te, ülküdür. Sadâdan uzak, ışıktan uzak “şu vîran kubbe”de aranır, “Cânan! Cânan!” der, aranır; aksi bir nida beklentisiyle… Beyni döner boşlukta. Ses gelmez. “Ses veren cinler!”
“Ah! Karşımda vatan nâmına bir kabristan
Yatıyor şimdi… Nasıl yerlere geçmez insan?”
“Hayır! Hayâl ile yoktur alışverişi”. Hayâsız akınlara gövdesini siper etmenin telaşındadır. “Tek dişli” emperyalizme kafa tutmak için sahadadır.
“Doğduğumdan beri âşığım istiklâle.
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!”
Şiirinin agorası cephelerdir. Cenk meydanları!
“Asırlardır ki, İslâm’ın bu her gün çiğnenen yurdu”
“Ne bitmez bir geceymiş!” intizârına “İlâhî, yok mu âfâkında bir ferdâya benzer nûr?” suali karışır. Ümitvârdır.
“Ey benim her taşı bir ma’bed-i imân yurdum,
Seni er geç bana bir gün verecek ma’budum.”
“Hayır! Hayâl ile yoktur alışverişi”. Evde, sokakta, cephede, mecliste, minberde; nerede olursa olsun dik duruşu, vakur tavrı ve imanıyla sahalardadır. Miskinlikten, ataletten hiç hoşnut değildir. İstanbul’dan Ankara’ya yürüyerek gider, gittiği her yerde, camii kürsülerinden seslenir “dipdiri ölüler”e. Leş kesilmiş tembellerle başı beladadır:
“Ey dipdiri meyyit, ‘İki el bir baş içindir.’
Davransana… Eller de senin, baş da senindir!
His yok, hareket yok, acı yok… Leş mi kesildin?”
“Hayır! Hayâl ile yoktur alışverişi”. Ülkesinde “Hak namına haksızlığa tapanlar” ve “üç buçuk soysuzun ardında zağarlık yapanlar” için kalemini sivriltmededir!
“Yumuşak başlı isem, kim dedi uysal koyunum?
Kesilir belki, fakat çekmeye gelmez boyunum!”
Ümit taşıyan Anka kuşu
Dava adamıdır Âkif. Ümidini yitirmeyen adam… “Azmiyle, ümidiyle yaşar hep, var olanlar.” Ona göre kurtuluşun yegâne çözümü inanmak ve ümit etmektir. Âkif’in ümidi, kendini bir ülküye adamış insanın ümididir.
“Kurtulmaya azmin neye bilmem ki süreksiz?
Kendin mi senin, yoksa ümidin mi yüreksiz?”
Milletine, ümit, azim ve sevinç taşımakla yükümlü Anka kuşudur Âkif. Umutsuzluğa düşmek, karamsarlığa kapılmak, pes etmek alçakça bir ölüm biçimidir onda.
“Âtiyi karanlık görerek azmi bırakmak…
Alçak bir ölüm varsa, eminim, budur ancak.
Âtiyi karanlık görerek yeise düşmemek için şiirin ses bayrağını, İslâm’ın rüzgârıyla dalgalandırır. İslâm dünyası Mecnun’dur, İslâm âleminin geleceği ise Leylâ… “Bütün dünyâda bir Leylâ’sı var: Âtîsi İslâm’ın.”
“Gel ey Leylâ, gel ey candan yakın cânan, uzaklaşma!
Senin derdinle canlardan geçen Mecnun’la uğraşma!”
Âkif’te mefkûre, sanatkârane söyleyişten üstündür. İslâm, Yahya Kemal’de estetik bir dekor, Tanpınar’da, cezbeden arka plandır Âkif’te ise ruhtur, yaşayan hayattır yahut idealdir.
Âkif’in sırtından çıkarıp üşüyen yoksula giydirdiği paltosu, şiir olup kalbi hak için, istiklâl için atan İslâm âlemini ısıtır. Gür hislerinin ürpertilerinden doğan gizli denizleri vurur kıyıya, köpük köpük!
“Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı.
İslâm’ı uyandırmak için haykıracaktım.”
Uyandırır Müslüman’ı fert fert vatan toprağında. Uyandırır Süleymaniye Kürsüsünde, Fatih Kürsüsünde, Kastamonu Nasrullah Camii Kürsüsünde. Balıkesir Zağanos Paşa Camii Kürsüsünde… Kurtuluş, evvela yüreklerde uyanmakla başlar:
“Ey Müslüman cemaat! Ağyar eline geçen Müslüman yurtlarının hâli, bizim için ne tesirli bir ibret levhasıdır. İslâm’ın son sığınağı olan güzel topraklarımızı düşman istilâsı altında bırakmayalım.”
Osmanlı yıkılış sinyalleri vermiştir. Trablusgarp’ın ardından Balkan bozgunu… Birinci Cihan Harbi ve işgal! Geçit vermez sarp bir kaledir Âkif, Batının emperyalizmine!
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!”
İstiklâl Marşı’nı yazmak için kâğıt bulamayacak kadar zor durumdadır. İkamet ettiği Tâceddin Dergâhının duvarlarına kazır marşı. Marş değil kanla, imanla yazılı bir destandır bu.
“Garb’ın âfâkını sarmışsa çelik zırhlı duvar;
Benim iman dolu göğsüm gibi serhaddim var.
Ulusun, korkma! Nasıl böyle bir îmânı boğar”
“Büyük adam, eserleriyle hayatını birleştiren adamdır. Devirlere, zaruretlere, cemiyetlere göre değişmez, muhitine uymaz; muhiti kendine uydurur. Uydurmazsa çarpışır. Cemiyetten daha kuvvetlidir, cemiyeti sürükleyicidir.” der Nurettin Topçu.
Hareket adamıdır Âkif, eylem adamı. Sıyrılır, beyaz karanlık içinden, parıl parıl… Yükselir bir nidâ!
“Doğrudan doğruya Kuran’dan alarak ilhamı,
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı!”
Âkif’e göre İslâm, insanları doğru yolda tutan, huzura götüren manevi bir güçtür. Peki, Müslüman kimdir? Müslüman erdemler bütünüdür. Salt ahlâktır Müslüman. Doğruluktur, ahde vefadır, şefkattir, sadakattir. Çoğa kudreti varken aza kanaattir. Acizlerin, hakkını savunmak için samimi gayrettir.
“Müslüman denmek için eksiği ancak tevhîd.
Doğruluk, ahde vefâ, va’de sadâkat, şefkat;
Âcizin hakkını i’lâya samîmî gayret;
En ufak şeyle kanâ’at, çoğa kudret varken”
Buharalı bir anne ile Rumelili bir babanın evladı olarak Fatih Sarıgüzel’de dünyaya gelen Âkif, İslâm ahlâkının mücessem halidir. Kişinin kıymetini, verdiği sözden belirler. Sözüne değer vermeyeni adam yerine koymaz. Ona göre bir söz ağızdan çıktı mı insan onun esiri olmuştur.
Âkif, arkadaşı Mithat Cemal ile buluşmaya karar verir. O gün adam boyu kar yağar. Dışarıda buz gibi bir hava… Arkadaşı, Âkif’in gelmeyeceğini düşünür. Kapıda Mithat Cemal’in şaşkınlığını görünce şunu söyler Âkif: “Gelmemem için kar tipi kâfi değil, vefat etmem lâzımdı. Çünkü geleceğim diye söz vermiştim.”
Karakter abidesidir Âkif. Hakir gördüğü dört şey vardır: “Cimrilik, ikbal şımarıklığı, kibir ve maddî pislik.” Muhtaç ve zaruret içinde olduğu dönemlerde bile paraya hiç önem vermemiştir.
Sessiz yaşadım
“Sessiz yaşadım” dedi, sesi bir çağın vicdanı oldu. “Sanat bir çığlıktır.” der Taine. “Hakk”ın çığlığıdır Âkif. “Gür hisli, gür imanlı…” Onun sesini öbür seslerden ayıran, farkı görendir.
“Kanayan bir yara gördüm mü yanar ta ciğerim,
Onu dindirmek için kamçı yerim, çifte yerim!
Adam aldırmada geç git! , diyemem aldırırım.
Çiğnerim, çiğnenirim, hakkı tutar kaldırırım!
Zalimin hasmıyım amma severim mazlumu…”
Öldü, denilen; naşı, bir ideale gönül vermiş üç beş imanlı gencin omuzlarında taşınan Âkif, simurg gibi her dem yeniden doğar; gün gün, saat saat…
“Toprakta gezen gölgeme toprak çekilince,
Günler şu heyûlâyı da, er geç silecektir.
Rahmetle anılmak… Ebediyet budur, amma,
Sessiz yaşadım, kim, beni nerden bilecektir?”
Leyla YILDIZ
Yağmur taneleri gibi bu bereketli güzel yazınız,dahada uzasaydı, inanın genede sonuna kadar soluksuz okurdum.Yüregim kabardı, gözlerim doldu kaçkere bilmem ,haaşaa kıyas gibi olmasın ama bu durum bende birde kuran okurken hasıl oluyor.M akifi sadece istiklal marşından tanıyan bu millet,M akifi tam anlasa,tanımaya çalışsa ne kadar anma geceleri ne kadar panel program yaparsa yapsınlar genede hakkını iğfa etmiş olamayız.
Yüreginize elinize sağlık ,rabbim razı olsun.
Akif Bey, teşekkür ederim. Bu yazının sizde güzel duygular uyandırmasına sevindim. Akif’in Mısır’a gidip “Gölgeler”e çekilmesini de anlatmam elzemdi ama yazı uzayacak diye yarıda bıraktım. Selamlar…