“Ateşi ve ihaneti gördük
ve yanan gözlerimizle durduk
bu dünyanın üzerinde.”
Nazım Hikmet
Bir gün şehre bir yabancı gelir. Kültürel belleğimizi istila eder. Harami gibi talan eder şehirlerimizi; köklü medeniyetimizi, inşa ve ihya hüviyetli mazimizi, geleneksel mimarimizi, tek katlı, kiremit çatılı hanelerimizi; Arnavut kaldırımlı, taş döşeli yollarımızı, akasya kokulu sokağımızı…
“evvel zaman içinde / kalbur saman ölür”
Bir zamanlar mahallemize görkem katan minarelerimiz, sokağımıza huzur yayan çeşmelerimiz vardı. Üstümüzde yıldızlı gökyüzü… Kalbimizde iman… “Kubbelerde uğuldar Bâkî / çeşmelerden akar(dı) Sinan”. Sıcak, sevecen, gülüşü yüzünü kaplayan insanlarımız ve bu insanların yaşadığı, geniş avlulu, yüksek sekili, kafes pencereli, ahşap pelvazeli, kapısı oymalı, taşla örülü duvarı, “çatısı göğe bakan” meskenlerimiz vardı. Nohut oda, bakla sofalı bu evlerde tüm kapılar, aileyi bir arada tutan sofaya açılırdı.
“Hava keskin bir kömür kokusuyla dolar
Kapanırdı daha gün batmadan kapılar”
“Pencerelerde komşuyla iki lafın belini kırdığımız”, mütevazı bakkalından alışveriş yapıp akşam olunca el ayak çektiğimiz, evlerin sırt sırta verip birbirine yaslandığı bu mahallelerde, an gelir alabildiğine sürer atını yabancı. Hain! Şuuru felce uğramıştır. Gözünü kırpmadan şehrin tarihî dokusunu, estetiğini, gözümüzü okşayan sivil mimari üslûbunu, saçaklı evlerini, samimiyetini, yeşilin tonlarıyla efsunlanmış tabiatını imhaya koyulur. Bozguncu.
Aylaktır yabancı. Özgüven buhranı geçirmektedir. Büyülenmiştir, Avrupa’nın şaşaasıyla efsunlanmış… Kendi kimliğinden utanmaktadır. Batı karşısında ilk kültür şokunu bir sefirimiz yaşar: Yirmisekiz Mehmet Çelebi. Batı’ya açılan ilk şaşkın gözümüz… Şaşkın ve şaşı… Sokağından operasına dek tutulmuştur Paris’e. İzlenimlerini aktardığı Sefaretname ile genç zihinleri tesiri altına alır; akın akın Fransa’ya gidişler başlar. Alice’nin harikalar diyarıdır Fransa. Paris, rüyaların kenti. Bu zihniyetin mahsulüdür Tanzimat aydını; küffârın cenneti karşısında aşağılık karmaşası yaşamaktadır.
“Diyar-ı küfrü gezdim beldeler kâşâneler gördüm
Dolaştım mülk-ü İslâm’ı bütün virâneler gördüm.”
Yüzünü Avrupa kıblesine çevirmiştir yabancı, teceddüde tapmaktadır. Teceddüt için her şeye hazırdır: İsyana, inkâra, imhaya…
An gelir şehirler kuşatılır amansızca. Kuşatma ve yağma! Saçılır İris’in gözyaşları dört bir yana. İlk önce ahşabın payitahtı İstanbul düşer! “Bu şehr-i Stanbûl ki bî-misl ü bahâdır”. Doludizgin ilerler yabancı. Yeşilin göz bebeği Bursa düşer! “Tahrip gücü yüksek”… Ankara düşer! Toplumsal belleğini rehin bırakmıştır yabancı. Ve Konya, İzmir, Erzurum düşer.
“Dayandık, dayandık her yanda”
Ve Adana, Antep, Urfa, Maraş düşer birer birer! Mukavemet kırılmıştır. Rumeli, Anadolu topyekûn istila altındadır, “sokaklar kuşatılmış”. Göğe meydan okur yabancı. Kat üstüne kat koyar. “Paldır küldür yıkılır bulutlar”. Gözünü diktiği her yöne ve her yere saplar zehre bulanmış okunu. Ve fışkırır kan çıbanı gibi beton yığınları her yanımızdan…
“Bu beton azmanı ev neyin nesi
Güzelliği cüce, çirkinliği dev”
Ve yabancı, sur düdüğünü çalar. Tepetaklak başlar hızlı değişim. Hızlı ve dramatik… Ufkunda iki sözcük: Özenme ve taklit. Avrupaî yaşam tarzının sembolüdür apartmanlar. Modernite göstergesi…
Birbirinin güneşini ve manzarasını kesmeyen, pencerelerinden sardunyalar sarkan, şehnişiniyle göz kamaştıran, “hülyasındaki geniş aydınlığa gülen”, bahçe içinde hımış ve bağdadi tarzda yapılmış, meyve ağaçlarının kol kanat gerdiği, kesme taştan, kerpiçten ya da ahşaptan inşa edilmiş iki –üç katlı evlerin yerini ucube apartmanlar alır. Gönüllü hapishaneler…
“Peygamber ışığı görmemiş bir ev
Ne kanat sesi var; ne dal gölgesi.”
Destursuz girer hayatımıza çok katlı beton konutlar. Savurur bizi.
“Yaprak, çiçek ve kuş dağılır, tarumar olur.”
Ve yabancı, çeker galibiyet bayrağını. Faniliğin, gelip geçiciliğin simgesi konaklar, bahçe içindeki köşkler, “kapısı, sofrası mahalleye açık” evler satılıp sıcak suyu, kaloriferi olan apartman dairelerine taşınma yarışı başlar. Yaşasın konfor! Yaşasın baş döndürücü “lüküs hayat”lar!
“Şişli’de bir apartıman
Yoksa eğer halin yaman
Nikel-kubik mobilyalar,
Duvarda yağlı boyalar
(…)
Hey
Lüküs hayat, lüküs hayat
Bak keyfine yan gel de yat
Ne güzel şey
Oh ne rahat
Yoktur eşin lüküs hayat”
Apartmanlar ki dev cüssesiyle, göğe doğru yükselen minareleri gölgede bırakır; “gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet”(!) Şehrin siluetine balta indirir, hoyratça. “Son umut kırılmıştır Kaf Dağı’nın ardındaki”. Betonla sarılmış, sıcaktan kavrulan şehirler! Şehir hüviyeti, kent hürriyetine tahavvül eder. Estetik doku tahtını kaotik caddelere bırakır. Ve sesler yükselir beton yığınları arasından:
“Bu apartman katlarından alın kurtarın beni
Tavanlar basık basık, odalar yarım yarım”
İlk apartman ilk istila…1893’te Galata’da Helbig ailesi tarafından Mimar Raymondo d’Aranco’ya “u” biçiminde inşa ettirilen sarı boyalı Nahid Bey Apartmanı; Fransız balkonu, heybetli cephesi ve barok tarzıyla bizim yeşillikler içindeki köşk ve selamlıklı konaklardan hayli farklıdır.
Geleneksel aile yaşantısı çırpınır ağlarda…
Ardından ötekiler yükselir; Beyoğlu’nda Botter Apartmanı, Galatasaray’da Mısır Apartmanı, Şişhane’de Frej ve Kirzade Apartmanları, Elmadağ’da Arif Paşa Apartmanı…
Kimi Art Nouveau üsluplu, kimi beş katlı asansörlü, kimi de geometrik motifli, çeşitli bitki ve Medusa başlarıyla süslü, muazzam gövdeli binalar bizi koparır öz benliğimizden.
Ve Karaköy’deve Florya’da ve Moda’da yenildik yabancıya! Yenildik içimizdeki düşmana! Yenildik “lüküs hayat”lara!
Kalemişi tavan süslemeleriyle, ahşap oymaları ve kapı tokmaklarıyla evlerimiz, silinir usul usul mahallelerden…
“o eski heyecan ölür”
“Görünmez bir mezarlıktır zaman”… Temâşâ kültürünü deviren, estetiği silip süpüren, tek tipleşen, zevksiz binalar türemiştir mantar gibi. Rant uğruna kasıtlı çıkarılan yangınlar! Yanan ormanlar ve ahşap binalar… Ve alabildiğine dönüşüm… Kentsel dönüşümler; planlı ya da plansız…
“Şehri imar ederken nesli ihya etmeyi ihmal ederseniz; ihmal ettiğiniz nesil, imar ettiğiniz şehri tahrip eder.”
“Rahatı kaçan ağaç”lar… Bağlar, korular, meyve bahçeleri, zeytinlikler yok oluşun ıstırabını duyar derinden. Dağ, taş toplu konutla dolar lebâleb. Ve kaçak, ruhsatsız yapılaşma… Tüketir zehirli sarmaşık gibi bu binalar birbirini.
“Yanık yağda boğulan yapıların arasında
Delirmek hakkını elde bulundurmak”
Konutlar yakınlaştıkça uzaklaşır insanlar. “Güneşin batmasına yakın saatlerde” çekilir inlerine insan yığını… Kapılar yakındır, gönüller ırak. “Ne selam artık ne sabah” ne de selamlık ya da misafir odalarında ağırlanan misafirler…“An gelir biter muhabbet”. “Direkler çatırdar yalnızlıktan”. Siyaha batmış asfalt yollarda “selamsız sabahsız geçip gider, yorgun bedenler yanımızdan.”
Varlığın tekliğini ön planda tutan, öznelci ve bireyci felsefî yaklaşımın ürünü olan apartman hayatı, insanın kendi içerisinde kaybolmasına, yaşamının tekdüzeleşmesine sebep olur.
Ve cemiyet yaşantısı ölür.
“çalgılar susar heves kalmaz
şatârâbân ölür”
Bir gün şehre bir yabancı gelmiştir.
Leyla Yıldız / 06 Ağustos 2021