Eyvah! Dilim.
Eyvah! Hâfızam.
Eyvah! Kimliğim… Hepsini kaybettim hükümsüzdür. Bu yaşıma kadar edindiğim birikimlerimi, değil torunlarıma, böyle giderse evlatlarıma dahi aktaramayacağım. İlkokul dördüncü sınıfa giden oğlumun ders kitaplarındaki bazı kelimeleri anlamakta zorluk çekiyorum, güya öz Türkçe kelimelerle donatılmış! “…ardılını bulunuz; …neden yatsınmış?” gibi pek çok garabet kelime var. Çocuklarımda, anneannelerinin konuştuğu kelimelerin pek çoğunu anlamıyor, handiyse aramızda sözlük kullanarak anlaşacağız.
İnsanları diğer varlıklardan üstün kılan en önemli özelliği, konuşabiliyor olmasıdır, insana verilen en büyük nimet, kelâmdır. Hz Ali: “Kişinin imanı, akıl nispetindedir,” der, Hz Ali bu sözün devamını söyledi mi, söylemedi mi, bilmiyoruz ama eğer devamını söyleyecek olsaydı ihtimaldir ki, şunu derdi: “aklın göstergesi de şüphesiz “dil”dir, kelâmdır.” Atalarımızda, bundan mülhem, “kişi dilinin altındadır” demişlerdir. Binaenaleyh insanoğluna “kelâm” nimeti verilip eşyanın ismi öğretilmiş, eşrefi mahlukat olup hayvanattan, aklı, dili/ lisanı sayesinde tefrik edilmiştir.
Kişisel bazda pek ehemmiyetli olan “dil/lisan” ülkeler bazında da çok önemlidir. Eski Japon başbakanlarından birine: “ Efendim sizin alfabeniz çok zor, onu günümüze uygun hale getirip sadeleştirseniz” diyen birine, Japon başbakan: “ Siz bizim iki bin yıllık hafızamızı bir güne indirmemizi mi istiyorsunuz?” diyerek karşılık vermiştir. Hülasa, “dil” hafızadır, kimliktir, kültürün/ harsın temel sac ayağıdır.
Bizim dilimizde çeşitli badirelerden geçti, “sadeleştirme” adı altında, 12 Temmuz 1932’de Türk Dil Tetkik Cemiyeti olarak kurulan kurum, o günlerde hafızamızı kısırlaştırdığının farkına varmadan dilimizi yonttu.
Kuruluşunun hemen ardından 26 Eylül 1932 ‘de ilk kurultayını toplayan Türk Dil Kurumu, o günlerde Necmi Dilmen’in Raportörlüğünde Maarif Vekilliğine bir rapor sunup, dili sadeleştirme, yeni sözlük hazırlama, yazım kılavuzu hazırlama, çabası içinde girdi. O günden sonra belirli aralıklarla toplanmaya devam eden kurul: “tasfiye” amaçlı, Arapça ve Farsça kelimeleri atarak, dili sadeleştirmeye, daha doğrusu, daraltmaya başladılar. Halbuki Arapça ve Farsça ile akraba olan Osmanlıca çok zengin, kıvrımlı, edebi bir dildi. Anayasanın 134. Maddesince çıkarılan 2876 sayılı kanununa göre kurulan Türk Dil Tarih kurumu, Bu daraltmanın kaçınılmaz sonucu olarak ta, 1970’den sonra önü alınamaz bir şekilde dilimize batıdan girip dilimizi komik durumlara düşüren kelimelerle karşı karşıya kaldı. Bu durum, “zengin beliğ fasih, edebi olan dilimiz, yozlaştırıyor” denilerek defaatle kınandı. Kınayanlar haklı idi zira, Osmanlıcadaki kelimeleri revizyona tabii tutalım, derken batıya kapılar sonuna kadar açılıyordu. Bu durum şimdilerde tam bir vahamet, mortgage’a, on-line’ım, hacker’lara gibi Anglosakson kelimeler, önü alınamaz bir şekilde dilimize girmeye devam ediyor. Tuhaf, komik, hiçbir deruni mana ifade edemeyen, eki kökü uyuşmayan, kısır kelimeler, gençlerin dilinde dolaşıyor. Dillerde eşyalar gibi ihraç ve ithal edilir, zenginlik katması için etkileşim olur, lâkin bu tarz kelimeler, zenginlik katmaktan ziyade maarife muhalif, argo lisan üretiyor.
“Türk Dil Tarih kurumu, kendi dilimizi oluşturmaya, öz Türkçe kelimelerimizin sayısını artırmaya, kendi kelimelerimizi üretmeye, Arapça ve Farsça kelimeleri atmaya çalıştı” diyenlere, şunu demek istiyorum: “öz Türkçe” dediğiniz kelimeleri, hadi sizin ifadelerinizle söyleyeyim, etimolojik ve sentaks olarak araştırırsanız, yani kelime kökünü, menşeini araştırırsanız, “Öz Türkçe kelimeler” diye dayattığınız pek çok kelimenin, taa Hun’lardan tutunda Gök Türk’lere varıncaya kadar kökenine inerseniz Çinceden istinsah edildiğini görürsünüz, örneğin: Ching-lu(kılıç), Ch’eng-ku-t’u (tanrı kutu) hatta ilk Türk hükümdarlarının isimlerinin yazılışı bize bu konuda fikir verir: Şan-yü ya da Tou-man (Teoman) yine onun oğlu Mo-tu (Mete)dir. Onun oğlu Chi-yü, onun oğlu, Chün-ch’en’dir. Hadi öz Türkçe diye sarıldığınız bu kelimeleri geçelim, ya sonradan türetilen tamamen uydurukça olan, hiçbir kural ve yapıya uymayan garabet kelimelere ne demeli? Budun, ası, edimsel gibi… Öz Türkçe dediğiniz kelimelerin, başka dillerden etkileşimine kapı aralarken, bu kadim Anadolu topraklarda eskiden beri kullanılan Sami dil ailesine kapıları kapatmak, kendi dilinizi tanımıyor olmaktan başka bir gerekçe ile açıklanamaz.
Türk Dil Kurumu kurulduğu yıllarda Arapça ve Farsça kelimelere savaş açmış, kurumun başkanlığına getirilen Agop Dilaçar bu tasfiyeyi akıl almaz hızda yapmaya başlamıştı. Agop Dilaçar Bey’in İstanbul doğumlu Ermeni vatandaşlarımızdan biri olduğunu; asıl adının Agop Martanyan olduğunu; İlk ve orta öğrenimini Gedikpaşa’da , misyonerlerin açtığı bir Amerikan okulunda yaptığını biliyoruz. Bu şahsın, “Öz Türkçe kelimeler haricindeki kelimeleri atalım” diyerek, Arapça ve Farsça kelimelere savaş açma mantığını anlayabiliyoruz ama hâlâ bu kurumların başında Agop Bey’in aveneleri mi var ki, ben ilkokul dördüncü sınıfa giden oğlumun dersine, (anlayamadığım kelimeler yüzünden) yardımcı olamıyorum. Dedelerimizle dil bağımızı kopardınız, şimdi sıra evlatlarımızla sağlıklı iletişim kurmamıza engel olmaya mı geldi? Agop Martayanlar hiç mi emekli olmayacak? Dilimi, dilim dilim etmeye daha ne kadar devam edecekler?
Rukiye YILDIZ/ Eğitimci-Yazar
04/06/2021