Bu yazı, Tanrı-insan ilişkisi bağlamında modernizmin dinlere getirdiği farklılıkların yanında geliştirdiği kavramları da tespit ederek, değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Bu durumda öncelikle modernizmi tanımlayabilmeliyiz.
Modernizm; din ile gerilim içerisinde olan modernliğin, bir dünya görüşü oluşturarak ideoloji haline gelmiş biçimidir. Bu ideoloji bir süreç ifade etmektedir. Dolayısıyla belli bir başlangıç noktası yoktur ve hala içinde yaşadığımız bir dönemi ifade etmektedir.
Modernlik, Batı’da bilhassa kilisenin egemenliğine karşı çıkmıştır. Bu süreç Tanrı merkezli bir dünya ve evren anlayışından, insan merkezli bir dünya ve evren anlayışına geçişi ifade etmektedir. Bu bağlamda modernlik, yeni bir dünyaya geçiş inşasıdır diyebiliriz.
Bu süreçte kilisenin giderek gerçeklikten kopması, yeni yorumların tabiata yapılmasına yol açmıştır. Modernleşmenin ilk zamanlarında tabiat, Tanrı’nın yazılı olmayan bir kitabı olarak kabul edilmiştir.
Burada ilk başlarda tanrının tabiattan koparılmadığını görmekteyiz. Esasında bu durumu, yazılı olan kutsal kitaptan tabiata bir yöneliş olarak açıklayabiliriz. Daha sonra tabiat artık yeni bir inceleme ve bilgi elde etme nesnesi haline gelmiştir.
İşte bu noktada bir kopuş meydana gelmektedir. İnsan ile nesne arasındaki bu kopuştan, insanın tabiata egemen olma anlayışı doğmaktadır. İnsan ile nesnenin birbirinden bağımsızlaşması haliyle aralarındaki uyumu da zedelemektedir. Örneğin bugün doğanın büyük tahribatlara uğramasının sebebi insanın tabiata egemen olma isteğinden gelmektedir.
Bir başka örnek verecek olursak bu noktada hayvanların evcilleştirilmesinden bahsedebiliriz. Modernizmin inşa ettiği insan, hayvanı kendi doğası ile baş başa bırakmak yerine dört duvar arasına hapsetmektedir. Burada modern insan, her ne kadar hayvana hak kavramını nispet etse de hayvanın üzerinde kurmaya çalıştığı hâkimiyeti görmekteyiz. Bireyin hayvanları kendi habitat alanlarında sevip beslemekten aciz olması modernizmin getirdiği bencillik ile açıklanabilir. Üstelik evcilleştirmek için kısırlaştırdıklarını da göz önünde bulundurursak bu müdahale hayvana vermiş oldukları hak kavramını ironileştirmektedir.
Burada modernliğin temel paradigmalarından biri olan bireyselleşme kavramı karşımıza çıkmaktadır. Birey dediğimiz şey otonom bir varlıktır. Yani birey kendi kendine yetebilendir. Artık merkezdeki otorite bireyin kendisidir.
Bu sebeple bireyselleşmenin olduğu yerde Tanrı’dan bahsedemeyiz. İnsanın bireyselleşmesi demek tanrıyı yok sayması demektir. Din olgusu yok edilmeye çalışılmıştır. Artık tamamen bireye odaklanılmıştır. Bu bağlamda karşımıza çıkan bir diğer kavram sekülerizm olmuştur.
Dünyevileşme anlamına gelen sekülerizm, bir zihniyeti ifade eder. Modern kültürün bir sonucu olan sekülerizm de evren; dünya ve din olarak ikiye ayrılmıştır. İnsan, dini referans göstermeden uhrevi olan ile bilgi edinemeyeceği için modernliğin odak noktası dünya olmuştur. Dolayısıyla sekülerleşme ile beraber dinin toplumsal önemi azalmaya başlamıştır. Bununla birlikte artık gündelik yaşamda dine referanslarda azalmıştır.
Burada modernizmin bir sonucu olarak akıllara ateizm gelmemelidir. Çünkü sekülerizm Tanrıyı tamemen ortadan kaldırmaz sadece Tanrının yerine insanı koymaya çalışır ve rasyonaliteyi ön plana çıkarır. Din artık insanın geçmişte kalan bir fenomeni olarak görülür. Bu sebeple daha çok deist bir anlayış hâkimdir.
Modernizmin inşa ettiği insan tamamen dünyadan ibarettir. Bu sebeple varlığının sebebi ve öldükten sonra ne olacağı gibi sorular ile ilgilenmiyor. Dolayısıyla din referans olarak kullanılmadığı için ahiret açıklanamıyor.
Netice itibariyle modernizm, sekülerleşmeyi gerekli kılar. Ancak yine de baktığımızda insanın bu dünya ile ilişkisinde bir ahlaki boşluğun doğduğunu görmekteyiz. Bu boşluğun oluşmasına yol açan soru(n)lara cevap vermekte birey yetersiz kalmaktadır. Dolayısıyla böyle bir boşluk ancak Tanrı ve vahyi ile doldurulabilir.
Sonuç olarak modernizm din olgusunu, hem rasyonel hem de modern bir şekilde ifade etmiştir. Bunun sonucunda din bir “vicdan işi” olgusuna indirgenmiştir.
Dinin bu şekilde soyutlanması toplumda dinin önemini giderek azaltmış ve yalnızca bir inancın konusu haline getirmiştir. Bu durum dini hayat ile gündelik hayatın birbirinden bağımsız iki gerçeklik haline dönüşmesine yol açmıştır.
Ne zamanki İslam dini de sosyal niteliğini kaybetmeye başladı o zaman bir çöküş meydana gelmiştir. Örneğin bir Müslüman inancı gereği faizin haram olduğunu ve uzak durması gerektiğini bilmektedir. Ancak günlük yaşamında çok rahat bir şekilde kredi çekebilmektedir. Burada modernizmin uzantılarını hala yaşıyor olsak bile tam anlamıyla kendini gerçekleştirebilmiş sayılmaz. Çünkü her ne kadar inanç, ibadet ve muamelat arasındaki bağlar koparılmış olsa da hala dinden bahsedebiliyoruz. Buda modernizmin bir gereği olan bireyselleşmenin tam anlamıyla bir karşılık bulamadığını göstermektedir.
Bunun yanında artık post-modernizm denen bir ideolojiden bahsedebiliyorsak bu modernizmin ve geliştirdiği kavramların bir noktada artık tıkandığını ve ihtiyaçları karşılamada yetersiz kaldığını göstermektedir.
Dolayısıyla benzer ideolojilerin kendini tükettiği bir dönemde İslam dini oluşan boşlukları doldurabilecek bir niteliktedir.
Ancak her dönemde dini okuyuş yöntemleri farklı olmuştur. Dolayısıyla öncelikle Post-modern paradigmanın toplumlar üzerindeki etkisine karşın Müslümanlar olarak yeni bir okuyuş biçimi geliştirmeliyiz.
Çünkü her devrin ihtiyaç ve soru(n)ları farklı olmuştur. Bu sebeple ulema artık klasik fıkıh ve kelam metinlerini olduğu gibi günümüze taşımak ya da şerh etmek yerine bunları kaynak olarak kullanıp yeni okuyuş biçimleri geliştirmeli ve yaşadığımız devrin ihtiyaçlarına yönelik metinler oluşturmalıdır.
Nitekim tevhid çerçevesinde, bulunduğumuz çağı tekrar harekete geçirebilecek yeni bir okuyuş biçimi geliştirilirse İslam dini güçlü bir çıkış yapabilir. Böylece kuşkusuz merkeze hak din olan İslam gelecektir.
Ümit ediyorum ki dinleri bu denli tahribata uğratan bahsettiğimiz ideoloji ve paradigmalar karşısında Müslümanlar ümmet olarak İslam dinini güçlü bir şekilde sahneye çıkaracaktır.
Büşra DEMİR